AKİF: (çocuk avutur gibi) “Ondan mı korkuyorsun? Bak hele… Kavga dediğimiz şeyin yaşayıştan farkı var mı? Bir muharebede geri gelmeyenlerin, gelip bulmayanlardan ne kadar az olduğunu bir bilsen Dilrüba! Kavgada ölenler de bir tesadüfle ölürler. Sokakta yahut yatağında ölenler de… Asıl muharebe meydanı cephe arkasındadır… Benim kavgaya gidişimden korkma!.. Gündelik hayatımı yaşayışımdan korkmak gibi olur.”
DİLRÜBA: (ağlayarak) “Bunlar hayal!.. Hep hayal… Hep beni kandırmak için… Sevdiğim insan kavgaya gidecek… Her gün, her saat bin türlü tehlike ile yüz yüze yaşayacak… Dilrüba garip, kimsesiz üzülmeyecek, ağlamayacak…” (ağlaya ağlaya gülerek) “Üstelik de gülecek!..”
AKİF: (onu tekrar kapıp öperek ve tıkanarak) “Buraya gel… Ayrılık dakikasındayız… Kuvvetli olmalıyız… Beni anlamaya çalış. Devletimin hizmetine çağrılıyorum, bu çok büyük bir şeydir… Benim sevgime layık olmak istemez misin? Arkamdan ağlamayacaksın… Bir damla gözyaşı dökmeyeceksin…” (parmaklarını onun gözyaşlarıyla ıslandırıp uzun uzun seyrederek) “Bunlar son olsun…” (parmaklarını dudaklarına götürüp) “Sevineceksin… Kocan milletinin hizmetine gidiyor. Vatanın düşmanlarıyla uğraşıyor diye sevineceksin, sonra sonra…” (söylemeye cesaret edemediği bir şeylere yanar gibi) “Tanrı bize bir çocuk verirse onu da bu duygularla yetiştireceksin. Toprağın üstü ile altı arasında bir fark görmeyecek, vatanı için sevinçle ölmeye hazırlanacak… Olur ya eğer ben dönmezsem…”
DİLRÜBA: (eliyle onun ağzını kapayarak) “Allah esirgesin! Alma o sözü ağzına…”
AKİF: “Bırak söyleyeyim… Her fenalığa kendini hazırlamak lazım… Korktuğun çıkmazsa zararı yok fakat çıkarsa… Bir derdi bekleyerek karşılaşmak, birdenbire onun baskınına uğramaktan daha iyidir.” (yine bir düşünceden sonra kesik kesik) “Bana bir hâl olursa kendin için pek korkma, sefil olmazsın… Allah seni kimseye muhtaç etmez. Ben her şeyi düşündüm… Elimde olan hiçbir şeyi ihmal etmiş değilim…”
DİLRÜBA: “İnsafsız!.. Ölümü düşünmüş… Ona da kalmamış da kendi öldükten sonra benim için tedbirler hazırlamış… Acaba senden sonra kim yaşayacak?”
AKİF: “Sana ağlama demedim mi? Metin ol!.. Metin ol ki canım yerinde iken şuradan gidebileyim…”
DİLRÜBA: (gözlerini göstererek) “İşte… Bak gözlerimde bir damla nem var mı? Değil mi ki Metin ol! diyorsun, olacağım… Gönlümde ne kadar yara ne kadar ateş varsa yine gönlümde saklarım… Elimden gelirse gittiğini hiç hatırıma getirmem… Seni yanımda farz ederim… Kimseye keder göstermem. Sen rahat ol!.. Yine kavuşacağız inşallah…”
AKİF: (onun tuttuğu ceketi giyerek) “İnşallah… Allah devletimize zeval vermesin… Üzülme… Allah isterse yakında sağ salim dönerim. Tatlı bir ömür süreriz…”
(Dilrüba kapıdan bakar… Sonra pencereye giderek perdeyi aralar, sonra eliyle uğurlama işaretleri yapar… O esnada Kamer’in selamlık kapısında ağlamakta olduğunu işiterek başını çevirir.)
SAHNE IV
Dilrüba, Kamer
DİLRÜBA: (bir yandan el sallamaya devam ederek) “Ne o, sen ağlıyor musun?”
KAMER: “Siz ağlamıyor musunuz?”
DİLRÜBA: “Ağlamayacaksın diye yemin ettirdi…”
KAMER: (mahzun) “Olsun… Yine ağlar insan… Ağlamamak elinde mi insanın?”
DİLRÜBA: (Gülümseyerek yanına yaklaşmış olan Kamer’in yanağına bir fiske atar.) “Deli Çerkez!..”
KAMER: “Niçin deli olayım?”
DİLRÜBA: (bir eliyle pencereden mendilini sallarken öbür eliyle Kamer’e yerleri göstererek ve gülümseyerek) “İncilerim kopup dağıldı… Hemen onları topla, yeniden dizmeye başla…”
KAMER: “Toplarım… O kadar acele mi?”
DİLRÜBA: “Elbette acele…”
KAMER: “Ne yapacaksınız?”
DİLRÜBA: “Komşunun düğünü olduğunu bilmiyor musun?”
KAMER: “Size ne?”
DİLRÜBA: “Bana ne mi? Gideceğim!”
KAMER: “Bey gurbete çıktığı gece mi? Hem nasıl gurbet… Muharebe…”
(Dilrüba, çevresini kafesin dışına bağladıktan sonra onun rüzgarla dalgalanmaya başladığını seyreder ve döner.)
DİLRÜBA: (yerlere bakarak) “Iyi ara!..”
KAMER: “Ayıp olmaz mı?”
DİLRÜBA: (hayretle) “Incileri aramak mı?”
KAMER: “Beyin muharebeye gittiği gece düğüne gitmek…”
DİLRÜBA: “Asıl gitmemek ayıp olur, ele güne karşı…”
KAMER: “Kim kusurunuza bakar sizin bu gece?”
DİLRÜBA: “Ne yapalım? Komşu hatırı var…”
KAMER: (suratlı) “Komşu hatırı da var, çalgı çağanak da var… Köçek de var…”
DİLRÜBA: (gülerek) “Deli Çerkez yine tutturdu… Kocama âşık mı oldu nedir?”
KAMER: “Âşık olunmayacak adam mı hanımefendi?”
DİLRÜBA: (yine gülerek) “Bak hele…” (değişik bir ses ve tavırla) “Kamer sen bu eve satılalı kaç yıl oluyor?”
KAMER: “Ben sayı saymasını bilmem ki… Var belki sekiz on on beş sene…”
DİLRÜBA: “Biz buraya geleli yedi sene oldu…”
KAMER: (surat asarak) “Belki de öyledir. Bana ne? Ben incileri toplarım daha iyi.” (Yere eğilir.)
DİLRÜBA: (eliyle onu menederek) “Dur!.. Söyleyeceğim bitmedi… Sen esircinin evinden bu eve geleli beri bu evden kaç erkek geçti?”
KAMER: “Ne bileyim? Çook… Dedim ya, sayı bilmem diye…”
DİLRÜBA: “Hepsinin arkasından ağlamak, karalar giymek, düğüne gitmemek lazım gelse ne olurdu benim hâlim?”
KAMER: “Onlar başka… Bu kocanız ne de olsa…”
DİLRÜBA: “Onlar arasında da nikâhlı kocalarım olmadı mı?”
KAMER: “Doğru ama bu başka koca…”
DİLRÜBA: “Her koca ayrı ağaçtan mı yetişir?”
KAMER: “Bunu seviyordunuz.”
DİLRÜBA: “Hiç başka sevdiğim olmadı mı?”
KAMER: (şaşalamış) “Ne bileyim?.. Belki olmuştur.”
DİLRÜBA: (onun kulağını çekerek) “Aptal kız…”
KAMER: “Beyefendiyi sevmiyor musunuz?”
DİLRÜBA: “Niçin sevmeyim? Sever elbette insan… Evin içinde bir koca, bir erkek elbette fena bir şey değil… Ama her dakika…”
KAMER: (ağlar gibi titreye titreye) “Aman ne güzel, ne güzel!..”
DİLRÜBA: (gülerek) “Deli Çerkez… Her şeyin bir zamanı var. Senin anlayacağın şeyler değil… Hadi sen gözlerini sil de incileri toplamaya bak… Dünya kadar iş var… Bak akşam oluyor.”
İKİNCİ