RÜSTEM: (saf) “Vallah başka türlü söyleyenler de oldu ama ‘Ağzı karaların iftirasıdır belki… Günahına girmeyelim.’ dedik…”
ŞAHİN: “Dedim ya ‘Sen koyduğum yerde otlarsın.’ diye dadaş…”
RÜSTEM: (kızar gibi) “Ya sen nerede otlarsın Şahin Bey?”
ŞAHİN: (içini çekip tasdik ederek) “O da doğru ya… Bir İstanbullu mal müdürü vardı ya burada… İlk önce o söyledi… ‘Bu Dilrüba, soyu sopu belirsiz bir Gürcü kızıdır, Dağıstanlının kızı değil, kapatmasıdır… Herif memleketinde çoluk çocuğundan korkmuş, kızım diye buraya getirip yerleştirmiş.’ dedi…” (pencerenin inik perdesini göstererek acı bir hüzün ile) “Sokakta peçesinin arasından, pencerede bu perdenin arasından ara sıra gördüğüm bu melek için bu lakırtıyı duyunca herifi (Rüstem’i gırtlağından yakalayarak) ha böyle gırtlağından yakaladım… ‘Allah’tan korkmadan saçlı sakallı adamla parmak kadar kızın günahına girersin ha? Bir daha duyarsam ağzını kulaklarına kadar yırtarım!’ dedim.”
RÜSTEM: “Senin için ‘O kızı babasından isteyecekti ya sonradan da çok peşinden dolaştı.’ diye bir dedikodu çıkmıştı…”
ŞAHİN: (Dehşete gelerek ve harem kapısına bakarak Rüstem’i boğazından yakalayacakmış gibi korkunç bir hareket yapar.) “Hişşşşşştt… İstemem lakırtı… Senin de yırtarım ağzını… Ben köpek artığı yiyecek adam değilim…” (bir sükûttan sonra vect ile) “Akif Bey benim kardeşim, canım ciğerim…”
RÜSTEM: (gülerek) “Kızma Şahin Bey… El oğludur, söyler…”
ŞAHİN: (Saf bir hüzünle hikâyesine devam eder.) “Mal müdürüne öyle ettik ama Dağıstanlı kaybolup gider. Yerine Tiflis’ten bir adam gelir, o da gider. Dilrüba’nın dayı oğlu, süt kardeşi diye başka başka adamlar, sonra sıra sıra nikâhlar… Bundan ayrılır ötekine varır. Ee Allah’ın emriyle dedikten sonra elden ne gelir?”
RÜSTEM: “Sana daha bir şey desem kızmaz mısın Şahin Bey?”
ŞAHİN: “Doğru dersen neye kızacağım?”
RÜSTEM: “Sen Akif Bey’in yakınısın… Onunla silah arkadaşlığı etmiş adamsın, yani kulağını bükmeli değil miydin?”
ŞAHİN: (ateşli) “Çürüksu’da bulunaydım, namusum hakkı için yapardım o işi… Ben şehre dönünce iş işten geçmişti… Bize nikâh şerbetini içmek kaldı…”
RÜSTEM: “O gün de demeliydin…”
ŞAHİN: (mahzun bir itirafla) “Doğrusun dadaş… Boş bulunduk, yapamadık. Namussuzluk ettim… Ama başka bilenler de vardı canım… Bilmeyen yoktu bu kahpenin ne olduğunu…”
RÜSTEM: (filozofça) “Bilirler ama herkes bildiğini diyebilse…” (Elini sallar.)
ŞAHİN: “Bir eve girip eşyanın en kıymetlisini paralayan gelincik gibi devletin en gayretli, en namuslu zabitini pençesine düşürmüş, hakikati söylemek kimin ne haddine?.. Mübarek onun sözünü işitince alev kesiliyor…”
ŞAHİN: (birdenbire) “Geliyor…” (Susup toparlanırlar… Akif, elinde kırmızı mühürlü zarflarla girer.)
AKİF: “İşte emanetler… İkinizi birden çağırdım. Çünkü ben her gün serhatte, ateş karşısındayım…”
ŞAHİN: “Doğru. Bana bir şey olursa Rüstem kardeşimiz var…”
AKİF: “Dünyada ne kadar malım mülküm varsa hepsinin senetleri, hesapları şu zarfın içinde… Şu da babama bir mektup, işte üstü de yazılı… ‘İstanbul’da Eyüpsultan’da, iskele civarında tersane mütekaitlerinden velinimetim babam Süleyman Kaptan.’ âlemde her hâl bizim içindir. Kavgada dünya ile ahiretin arası bir süngü boyu yerdir… Tanrı nasip eder de şehit olursam yahut başka bir kazaya uğrarsam ki yine şehit sayılırım… Çünkü gazaya o niyetle gidiyorum, zarfların ikisini de babama gönderirsin… Ben mektubumda yazdım, sen de ayrıca yazarsın… Vatanım için öldüğüme iftihar etsin… Bu bir!.. Mektupları küçük kardeşime okusun da desin ki ‘Vatanıma, benim kadarcık olsun hizmet etmeden gelirse yanıma kabul etmem!..’ Bu iki… Babam ihtiyarlığına bakmasın, buraya kadar gelsin… Haremimi alsın… Her muamelesinde onu benim yerime koysun… Benim yadigârım bilsin… Ben ona gerçekten oğulluk ettim… Sonra ahirette hakkımı helal etmem… Mahşere kadar…”
ŞAHİN: (için için kaynayarak homurdanır) “Allah Allah…”
AKİF: (dikkat etmeyerek) “Babam imdat etmezse Dilrüba sefil olur… Sen hâlini bilmezsin. Benden sonra kimseye varmaz…”
ŞAHİN: (dayanamayarak) “Size mektepte keramet de mi öğretirler Allah’ını seversen?”
AKİF: “O ne demek, o?”
ŞAHİN: “Yani, Dilrüba Hanım’ın senden sonra kimseye varmayacağını nereden bilirsin? O kadar vefalı imiş de eski kocasının üstüne ne diye sana varmış?”
AKİF: “Biçareyi zorla evlendirmişler… Sen de buralı iken bilmez gibi söylersin… Ben onu razı edinceye kadar neler çektim… Bereket versin yüreğinde şefkat galip… Halime acıdı… Yoksa…” (birdenbire değişerek öfke ile) “Hem sana ne Şahin Bey?.. Dostluğun yalancı değilse vasiyetimi yerine getirirsin… O kadar!..”
ŞAHİN: “Vasiyetini yerine getiririm… Ucunda ölüm de olsa… Amma senin hâline şaşıyorum. Bir kadın Akif’i bu kadar kendine kul etsin…”
AKİF: “Bana bak Şahin Bey… Bir daha haremimin lakırtısını ağzına almayacaksın… Yoksa bozuşuruz. Bir daha kıyamette bile birbirimizin yüzüne bakamayız…”
ŞAHİN: “Peki, sustum… Sen üzülme, inşallah emanetlerini elimden kendin alırsın.. Amma senden evvel bana şehadet nasip olursa işin kıl kadar aksamaz merak etme… Rüstem var… O da bizim kardeşimizdir.”
AKİF: (Rüstem’in sırtına vurarak) “Sağ olsun!”
RÜSTEM: “Can kurban sana Akif Bey…”
ŞAHİN: “Bize Allah’a ısmarladık. Liman dairesinde bekleriz… Seni gemiye uğurlamak için…” (Akif’i selamlayarak çıkarlar.)
SAHNE III
Akif, Dilrüba
Akif arkadaşlarını selametledikten sonra bir yükten kurtulmuş gibi hemen harem kapısına doğru koşar.
AKİF: “Dilrüba… Dilrüba… Dilrüba…” (O, kapıya varmadan Dilrüba sahneye girer, karşılaşırlar.)
AKİF: “Dilrüba!..”
DİLRÜBA: “Efendim…”
AKİF: (onu bileklerinden yakalayıp göğsüne çekmek ister gibi hareketler yaparak) “İki gözüm, nerelerdesin?”
DİLRÜBA: (kapıyı göstererek kokot bir tavırla) “Buracıkta… Uzakta olabilir miyim sizden?”
AKİF: (onu ısırır gibi hırsla ve hazla öptükten sonra) “Ah, senin bu dillerin!..”
DİLRÜBA: “Aklım başımda değil… İki saattir eşyalarınızı toplayamıyorum.”
AKİF: “Neden?”
DİLRÜBA: “Ben sizin gibi erkek değilim de ondan… Yahut vefasız.”
AKİF: