Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.
Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.
ŞAHISLAR
Akif Bey
Esat Bey
Şahin Bey Bahtiyar
Selim
Adil
Muharrem Rüstem
Süfyan
Halim Efendi Barba
Süleyman Kaptan Dilrüba
Kamer
Müşteri
Kemençeci
BİRİNCİ PERDE
Vaka, Çürüksu’da geçer… Bütün dekor ve kostümlerde bir Karadeniz ve Kafkas melezi hava ve ambiyansı… Deniz kenarında bir büyük evin sofası… Sağda selamlık, solda harem kapısı… Kafesli pencereler… Bunların bir tanesinden deniz görünür… Sedir, sedef kakmalı iskemleler v.s.
SAHNE I
Akif, Şahin, Rüstem
Şahin ile Rüstem dışarıdan yeni gelmişlerdir… İkisi de selamlık kapısı yakınında, ayakta… Akif, Sultan Aziz Devri deniz kumandanı üniformasıyla… Ceketini henüz giymemiştir… Başı açık, elinde bir kırmızı paket…
AKİF: (gevşek ve düşünceli) “Evet… Allah isterse… Ortalık kararınca fenerleri söndürüp engine açılıyorum…”
ŞAHİN: “Allah hayırlı etsin…”
AKİF: (dalgın) “Ne dedin Şahin Bey?”
ŞAHİN: “ ‘Allah hayırlı etsin.’ dedim.”
AKİF: (Birdenbire onları bırakarak harem kapısına yürür ve seslenir.) “Kamer!.. Kamer!.. Bir kırmızı paket vardı… Nerede bilmiyorum… Onu ara… Küçük çantaya koyun…”
KAMER: (Başında bir başörtüsü ile harem kapısında görünmüştür.) “Paket elinde beyefendi…”
(Akif şaşırır, Şahin ile Rüstem birbirlerine bakarak gülümserler.)
AKİF: (paketi Kamer’e verdikten sonra) “Vakit çok daraldı da… Hazırlığı da bitiremedik henüz…”
ŞAHİN: “Kim bilir ne kadar sevinirsin Akif Bey…”
AKİF: (anlamamış gibi hayretle) “Sevinir miyim? Niçin?”
ŞAHİN: (hayretle irkilerek) “Niçin mi? Geminle bu harbin en büyük seferine çıkıyorsun, en büyük bayrama gidiyorsun…”
AKİF: (yine dalgın) “Evet… Doğru… Sevinmez olur muyum?” (bir an sükût, kendisini toparlayarak) “Ne o, bana bir tuhaf bakıyorsun Şahin Bey… Telaşımı, dalgınlığımı ayıplıyor gibi bir hâlin var…”
ŞAHİN: (gülümseyerek) “Estağfurullah… Hele şu dediğine bak… Benim sana hürmetim vardır Akif Bey, bilirsin…”
AKİF: “Hürmetin varsa açık konuş Şahin Bey…”
ŞAHİN: “Bu doğru ya…” (birdenbire değişerek) “Bana bak Akif Bey… Ben özü sözü doğru bir adamım, kaba konuşurum… Kusurumu bağışlarsın…” (Rüstem’i göstererek) “Biz cahil adamlarız… Senin gibi mektep, medrese görmüş değiliz… Ne düşündüğümü bakışımdan anladın… Ne oluyorsun kardeş? Allah bilir, hâline bakan seni muhallebi çocuğu sanır… Ana kucağından ayrılıp yeni mi gurbete çıkarsın? Korkmazsın bilirim ya ölümden korkuyorsan ne diye asker oldun? Yediğin ekmeği kendine helal etmek istemez misin?” (eliyle uzakları göstererek) “Şuraları alan babalarımız seni böyle görseydi ne derlerdi?.. ‘Bizden değil bu canım.’ derlerdi… Kavga, onlar için düğün, bayramdı… Böyle günlerde onları evlerine zincirle bağlasalar kahrolurlardı canım… İnsan, devleti için birkaç ay evinden ayrılsa kıyamet mi kopar?”
AKİF: “Şahin Bey, sen âdeta insana hakaret ediyorsun… Kavgadan kim korkuyor? Öğünmek gibi olmasın ama ben de gerçekten o babaların kanındanım… Bugün için doğduğumu, bugün için asker olduğumu bilmez miyim? Hayatın gözümde bir paralık kıymeti olmadığını sen de bilirsin… Geçenki hücumda seninle beraber bulunmak benim vazifem mi idi?”
ŞAHİN: “Ona kimin ne dediği var? Şanlı bayrağımızı düşman tabyasına senin diktiğini gözümle görmedim mi?”
AKİF: “Öyledir de ne diye böyle konuşuyorsun? Ocağımdan ayrılırken biraz mahzun oluyorsam ne çıkar? Vatanımı ne kadar seviyorsam haremimi de ona yakın seviyorum, ayıp mı? Ondan kederli ayrılmam devletim için sevinçle ölmeme engel mi olur? Yani vatanını seven adamın başka hiçbir şeyi sevmemesi mi lazım gelir?”
ŞAHİN: (ellerini onun omuzlarına koyarak) “Ben seni senden daha iyi bilirim… Yani ne diye seni bu kadar severim ben? Kara gözlerin, fidan boyun için mi ha? Hadi uzun konuşma!.. Emanetleri teslim edeceğim diye beni çağırttın… Neyse getir onları…”
AKİF: “Getiriyorum Şahin Bey…” (çıkar)
SAHNE II
Şahin, Rüstem, sonra Akif
ŞAHİN: (arkasından acıyarak baktıktan sonra) “Yezit karı ne etti bu yiğide… Zavallı adam, bu kaltağı dul buldum da aldım sanıyor… Böyle melek sıfatında şeytan, Frengistan’da değil, cehennemde zor bulunur valIahi billahi! Bu yüz karası kaltak nereden bela oldu Çürüksu’nun başına?”
RÜSTEM: “Ne dersin, kısmet!..”
ŞAHİN: (taşarak, küfre başlar) “Hay öyle kısmetin…” (Birdenbire kendini toplar.) “Tövbe, tövbe ya Rabbi… İnsanı günaha sokacak…”
RÜSTEM: “Çürüksuluların vicdanı kaldırmaz böylelerini ama…”
ŞAHİN: “Çürüksu ne edebilir böyle ahlaksıza?”
RÜSTEM: (öfkeyle) “Ne edecek? Bir mazbata yaptığı gibi anladın mı? Efendim… Bağlardı tenekeyi kuyruğuna…”
ŞAHİN: (bir kol hareketiyle) “O senin dediğin memurlar için olur.”
RÜSTEM: