Bizden sonra mabeyinciler, yaverler, hazine-i hassa, hazine-i hümayun erkânı saçak öptüler. Nihayet sıra köle takımına geldi. Allah’ım o ne çorba, o ne eciş bücüş şeydi! Bir dudağı yerde bir dudağı gökte harem ağalarından tutun da cepkenli poturlu koyun çobanlarına varıncaya kadar, genç ihtiyar, sakat sağlam bir sürü mahlukat, padişahın kümesine bakan kuşçular, hayvanlarını tımar eden seyisler, yemeğini taşıyan tablakârlar, at uşakları, arabacılar, saltanat kayığı hamlacıları, mızıkasında çalgıcılar, tiyatrosunda aktörler, bekçiler, kapıcılar, kısaca yüzlerce insan gelip geçtiler.
Ben hayretle bakıyordum. Nişan denilen şeyin Abdülhamit devrinde ne kadar ayağa düştüğünü o gün anlamıştım. Nişansız madalyasız adam hemen yok gibiydi. Koşum dizgini kullanmaktan eli nasır tutan arabacıbaşı ile üstü başı o dakika gübre kokan at uşağının da göğüslerinde Osmanlı Devleti’nin iki nişanı sallanıyordu.
Bayram alayı bitti. Bundan sonra sarayda haremi hümayun tebrikâtı vardı. Padişah, bu sefer gayriresmî olarak Yıldız’a döndü. Biz de vazifelerimizin başına geldik. Çünkü kitabet dairesinin tatili yoktu.
HAYAT VE SALTANAT
Abdülhamit’in hayatı ve saltanatı hakkında birçok kitap ve risale, bir hayli tefrika ve makale yayımlandı. Bunların hemen hepsini okudum. Yazarlarının hüsnüniyetinden şüpheye hakkım olmamakla beraber, iddia edeceğim ki bu yazıların çoğu hayal mahsulüdür. Bunlar ne Abdülhamit’in tarihidir ne de Abdülhamit tarihini aydınlatabilecek mahiyette vesikalardır. Abdülhamit’in nasıl bir adam, Abdülhamit devrinin ne mahiyette bir idare olduğunu anlamak için bu eserlere müracaat edilmesini tavsiye etmek fikirleri yanlış yola saptırmak demektir. Bunlar hakikat kırpıntılarından vücuda getirilmiş birer roman derecesini geçmez. Bir romanda ne kadar tarih bulunabilirse bu eserlerde de o kadar vesika kıymeti vardır.
Yazılarımın başlangıcında şöyle demiştim: Osmanlı hükûmeti demek Yıldız Sarayı demektir. Bu iddiayı şu suretle ifade etmek mümkündür: Abdülhamit devri demek münhasıran Abdülhamit’in şahsı demektir. Ufak büyük her işe kendi şahsının damgasını vurmuştur. Bütün imparatorlukta Abdülhamit’in iradesi değilse bile malumatı haricinde geçmiş belli başlı bir hadise yoktur. İdari, siyasi, iktisadi, ilmî, dinî ve içtimai bütün işlerin ipucu saraya bağlıydı. Sultan Hamit ve saray, ağının ortasında çalışan bir örümcek manzarası arz ederdi. Binaenaleyh Abdülhamit’in şahsını yakından tanımayanlar yahut Yıldız muhitinde az çok bulunmamış olanlar, Abdülhamit’i yazamazlar. Aksi takdirde ortaya tarihî bir eser değil, sadece bir roman çıkar.
Abdülhamit hakkında tarihi aydınlatabilecek insanlar iki sınıftır:
1 Abdülhamit’in çeşitli uşak ve ağa köleleri.
2. Yıldız’ın düşünür ve aydın erkânı.
Tarih; birincilerinden çok istifade edebilirdi. Bir musahibi, bir bekçiyi, seccadecibaşı, ibrikdarbaşı, kahvecibaşı, tütüncübaşı gibi hünkârın yakınlarını söyletmek tarihçi için kıymetli bir vesika hazinesine malik olmakla eşittir. Saray entrikalarını ve bu entrikalarda Sultan Hamit’in rolünü en ziyade bu kabil insanlar aydınlatabilirdi. Fakat ömürlerini Abdülhamit’e cezbe hâlinde bir itaatle geçirmiş olan bu insanlar, efendilerine dinî bir alaka ile bağlı olduklarından Sultan Hamit’in hayatını tarih sayfalarına vermek onların nazarında camiye abdestsiz girmek kabilinden bir günahtır. Bu itibarla tarih bu kabil insanlardan yardım görememiş ve bunların birçoğu dünyadan el çekmiştir.
Yıldız Sarayı’nın aydın ve düşünür erkânına gelince: Bu zümreye mensup olanlar içinde yaşadıkları devrin tarihini yazabilecek kudretli kalem sahibi insanlar vardı. Bunlar hiç değilse not kabilinden birkaç malumat bıraksalardı bugün Abdülhamit devrini yazmak pek kolaylaşırdı. Teessüf olunur ki bunlar da tarihe karşı vazifelerini yapmadılar. Gerçi son zamanlarda Tahsin Paşa, Hatırat adıyla bir eser neşretti. Ölümüne kadar sık sık gördüğüm Tahsin Paşa’yı bu yolda bir hatırat yazmaya ben sevk ve teşvik etmiştim. Bu hatıratın nasıl yazıldığını, Tahsin Paşa’nın kafasındaki malumatı ne kadar güçlükle ve tereddütle kâğıt üstüne döktüğünü bilirim. Tahsin Paşa, Sultan Hamit devrinin son on beş senelik hadisatında en mühim rolü oynayanlardan biri olması itibarıyla bu devrin tarihini en yetkin bir şekilde aydınlatabilirdi; fakat her nedense o da bildiklerinin onda birini bile söylememiştir. Bu itibarla Tahsin Paşa’nın hatıratı çok eksik ve çok cesaretsiz bir eserdir.
Tarih, Sultan Hamit’in tercümei hâlini:
“Filan tarihte dünyaya gelen, Sultan Murat’ın hâli üzerine filan sene tahta çıkan, şu kadar yıl saltanat sürdükten sonra filan tarihte Meclisi Millî kararıyla tahttan indirilerek Selanik’e gönderilen, nihayet Balkan Harbi üzerine İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı’nda zatürreden vefat eden otuz altıncı Osmanlı padişahıdır.” cümlesiyle özetledikten sonra manevi hüviyetini şu fıkra ile tarif edecektir:
“Sultan Hamit her şeyden evvel hayatı seven ve hayata tapan bir padişahtı.”
Filhakika mübalağa etmiş olmaksızın denilebilir ki hiçbir kimse hiçbir şeyi Sultan Hamit’in hayatı sevdiği kadar sevmemiş, hiçbir insan eli hiçbir fani emele Sultan Hamit’in hayata sarıldığı kadar hırs ile sarılmamıştır.
Sultan Hamit’in nazarında Allah, peygamber, memleket, millet, soy sop, şan ve şöhret, keyif ve şehvet, her şey hayattan sonra gelirdi. Hayatta kalıp saltanatını idame etmek, saltanat kuvvetini kullanıp hayatı muhafaza etmek: İşte Sultan Hamit’in ilk tahta çıktığı günden hâli kararını aldığı son dakikaya kadar takip ettiği prensip bu idi. Sultan Hamit, dünya işlerine hayatı ve saltanatı zaviyesinden bakar, memleket hadiselerine hayat ve saltanata alakaları nispetinde ehemmiyet verirdi. Bir zelzele, bir afet, bir kuraklık, bir yangın ona göre Babıâli’nin işidir, fakat Avrupa’dan Türkiye’ye gizlice sokulan bir Jön Türk gazetesi, İstanbul kışlalarında erzağı geç kalmış bir tabur, Meşihat dairesinde kalabalık bir cemaatin ikame ettiği dava, gökten havai fişeklerle yahut yer altında gizli tünellerle Yıldız’a suikast edileceğini bildiren herhangi bir fantezist jurnal Sultan Hamit’in işidir. O vakit sarayın mekanizması bütün çarklarıyla faaliyete geçer. Sultan Hamit, hayat ve saltanata karşı nerede tehlike görür veya tevehhüm ederse oraya aynı şiddetle hücum ettiği içindir ki bazen en yakınını en büyük düşmanı gibi görürdü. Hayat ve saltanata dokunan meselelerde öz çocuğunun has düşmandan farkı yoktu. Saltanata göz koyduğundan şüphe etmediği Veliaht Reşat Efendi’nin, mesela İstanbul Boğazı’nda gözü olduğunu bildiği Rus Çarı’ndan yahut arabasının önüne bomba atan anarşist Jores’ten farkı yoktu.
Sultan Hamit’in önünde ölümden bahsedilemezdi, çünkü ölüm hayatın sonu demektir, hele ihtiyarlık lafı hiç edilemezdi, çünkü kendisi de ihtiyardı ve böyle bahisler ona ihtiyarlığını hatırlatmak manasına gelirdi.
Sultan Hamit’e suikast hakkında maruzatta bulunmak için çok ihtiyatlı hareket etmek lazımdı; çünkü suikast yalnız hükümdarları öldürmek için icat edilmiş bir silahtı.
Hiç unutmam: Sarayda nöbetçi bulunduğum bir gece Belgrad sefiri Fethi Paşa’dan acele işaretiyle bir telgraf gelmişti. Vakit gece yarısına yakındı. Tahsin Paşa evine gitmek üzere hazırlanmıştı. Beni yanına çağırdı. Telgrafın ilk satırlarını çarçabuk deşifre edip kendisine bildirmemi söyledi. Bu telgraf o gün Belgrad sarayında Sırp hükümdarıyla karısına yapılan suikastı anlatıyordu. Sefirimizin anlattığına göre bir ihtilal komitesi