Politikacı ve gazeteci olan Mayakon, Atatürk’ün isteğiyle TBMM’de beş dönem Siirt milletvekilliği yaptı. Bu arada edebiyat, tarih, hukuk ve 1933’ten sonra da dil konularıyla yakından ilgilendi. Ağustos 1938’de yakalandığı hastalığın tedavisi için gittiği Paris’te vefat etti. Daha sonra cenazesi İstanbul’a getirildi.
Yıldız’daki anılarını kaleme aldığı Yıldız’da Neler Gördüm eserinin yanı sıra Maksim Gorki’den Ana’yı, Emile Zola’dan Assomuvar’ı, Anatole France’dan İlahlar Kana Susamışlar eserlerini tercüme etmiştir.
ÖN SÖZ
Fikir hayatının en verimli ve en olgun çağında kaybettiğim İsmail Müştak’ın gazete veya dergi sayfalarında yayımlanmış veyahut da taslak hâlinde kalarak basılmasına fırsat bulunamamış olan yazılarını toplamaya karar verdim. Memleketin yazım hayatında senelerce yer tutan bu değerli eserlerin dağılıp bir kenarda perişan kalmasına gönlüm razı olmadı.
Bu suretle Müştak’ın aziz ruhuna karşı sevgi ve bağlılık vazifemi yapmakla beraber memleketimin tarih ve edebiyatına da hizmet etmiş olacağıma inanıyorum.
Tarihimizin son devirlerinin ön saflarında yaşamış, insanları ve hadiseleri bütün hususiyetleriyle yakından görmüş ve tahlil etmiş, ateşli bir zekâ ve kuvvetli bir kalemin mahsulü olan bu metrukâtı mevzuları itibarıyla kısımlara ayırarak bir kitap silsilesi hâlinde çıkarmaya uygun gördüm. Bu seriye Müştak’ın faziletli ve çalışkan resmî hayatının başlangıcına ait olan Yıldız’da Neler Gördüm? adlı eseriyle başlıyorum.
Tarihimizde meşum olduğu kadar önemli bir yer tutan Yıldız saltanatının bu canlı ve renkli hatıraları talihin garibe ve acı bir cilvesiyle maalesef bir türlü tamamlanamamıştır.
1911’de Mahmut Şevket Paşa’nın bir müdahalesiyle yayımı durdurulan bu yazılar, 1937’de tekrar yazılmaya başlamış fakat bu defa da Müştak’ın ulu kurtarıcımız Atatürk’ün şerefli huzurunda sürekli bir tarzda kalemiyle ve ilmiyle çalışmak mecburiyetinde kalması üzerine şahsi ve hususi meşguliyete maddi imkânı kalmamış ve tabii olarak yarıda kalmıştı.
Nihayet aziz Müştak’ın hiç beklenilmeyen insafsız hastalığı ve onu takip eden acıklı ölümü bu saray hatıralarının katiyen tamamlanmamasına sebep olmuştur.
İşte ben şimdi 1911’de Tanin’de çıkan makalelerle 1937 taslaklarını bir araya getirerek bir kitap hâlinde muhterem okuyuculara takdim ediyorum.
Ömrümün kalan kısmını, yukarıda bahsettiğim kitaba silsilesini tanzim ve neşretmeye hasredeceğim. Belki birçok kusurlarım olacaktır, bunların aczime ve hüsnüniyetime bağışlanacağından eminim.
YILDIZ’DA NELER GÖRDÜM
BAŞLANGIÇ
Meşrutiyet’in ilanından beş yıl sonra Tanin’de Yıldız Hatıraları adıyla tarihi bir tefrikaya başlamıştım. Daha ilk gününde yoğun bir ilgiyle karşılanan bu tefrika özellikle saray localarında fazla dikkat çekmişti. Hakikaten tefrikaya başlarken, “bugün milletin tasarrufuna geçen, yarın günahkâr siması ve çamurlu elleriyle tarihin huzuruna çıkacak olan maziyi gelecek nesillerin gözü önüne koymakta, millete dün kendisini idare edenlerin esas huylarını ve yaşamış olduğu muhitin hâl ve şanını öğretmekte fayda gördüğümü” ileri sürerek Yıldız Sarayı’nda beş buçuk sene resmî bir görev işgal etmiş olmanın verdiği yetkiyle Yıldız hayatını, Yıldız facialarını; gördüğüm, işittiğim, okuduğum ve öğrendiğim gibi yazacağımı ilan etmiştim.
Hakikaten öyle oldu. Tefrika ilerledikçe sarayın telaşı artıyordu. Osmanlı tahtında oturan Sultan Reşat, kendisini otuz dört yıl kesintisiz ve merhametsiz bir nezaret altında, tıpkı bir kalebent gibi yaşatan Abdülhamit’ten, hatta hatırasından bile korkuyordu. Sırası geldikçe hanedan azasından, bunların oynadıkları rollerden, içtimai ve hususi vaziyetlerinden bahsedecektim. Şurası muhakkak ki Sultan Reşat bu tefrikayı hoş bir nazarla görmüyor, sarayın hoşnutsuzluğunu anlatan haberler bana kadar geliyordu.
Ben o tarihlerde Ayan Meclisi genel kâtipi idim. Bir gün Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın yaverinden şu telefonu aldım:
“Paşa hazretleri yarım saate kadar sizi görmeye gelecekler…”
O devrin en nüfuzlu simalarından sayılan Mahmut Şevket Paşa parlamentoya bile nadir uğrayan insanlardandı. Bir ayan genel kâtipini ziyaret etmesi o günlerin siyasetine göre akla sığar şey değildi. Çok fazla düşündüm, fakat ziyaretin nasıl bir sebebe dayandığını bir türlü bulamadım. Mahmut Şevket Paşa, tayin olunan saatte, ayan genel kâtipliği odasına geldi. Teklifsiz bir tavırla, gülerek elimi sıktı. İlk önce yazılarımı pek beğendiğinden bahsederek bir hayli övgüde bulundu. Ben bu iltifata teşekkür etmekle beraber Mahmut Şevket Paşa gibi bir adamın sırf beni methetmek için ta Harbiye Nezaretinden kalkıp Fındıklı’ya geleceğine hiç ihtimal vermiyordum. Nitekim öyle oldu: Paşa metih ve övgü faslını kısa keserek asıl mevzuya girdi:
“Yıldız Hatıraları’nı dikkatle ve zevkle okuyorum. Çok canlı yazıyorsunuz. Ancak zatı şahane bu yazılardan müteessir olmuşlar, teessürlerini bana bizzat ifade buyurdular. Kendileri gibi melek huylu bir hükümdarın rencide olmalarını hiç kimse arzu etmez. Tefrikaya son vermenizi sizden ricaya geldim. Lütfedersiniz değil mi?”
Mahmut Şevket Paşa’nın bu nazik ricasındaki manayı anlamak güç bir şey değildi. En son, ayan riyasetine bağlı bir memur olduğum için beni o vasıta ile de susturabilirdi. Veliahtlığı zamanında her türlü hürriyetten mahrum yaşamış bir adamın hürriyet sayesinde ve hürriyet yoluyla padişahlığa çıkar çıkmaz –ne kadar mülayim şekilde de olsa- fikir ve kalem hürriyeti aleyhine vaziyet alması bende müthiş bir hayal kırıklığı uyandırdı. Derhâl kararımı verdim: tefrikayı durduracaktım. Mahmut Şevket Paşa bundan çok memnun kaldı; geldiği gibi şen şakrak ve iltifatkâr çıktı gitti.
Yıldız Hatıraları senelerce, kalbimde ve hayalimde öksüz bir çocuk mahzunluğuyla yaşadı durdu. Abdülhamit devrinin tarihini yazacak tarihçiler için ufak, fakat kıymetli bir vesika hazırlamak zevkinden bu nedenle mahrum kaldım.
Yıllar geçtikçe hafızam ve hatıralarım tozlanıyordu. Vakit vakit içimde bir hasret, o öksüz çocuk için bir elem duyuyor, bazen vazifesini tanımamış bir adam gibi kendi kendime çıkışıyordum.
Nihayet, bundan dört sene evvel, bir yaz günü, bahçemin kocaman bir ağacı altında, bilmem nasıl oldu maziye doğru bir seyahat yaparken yolum Yıldız semtine uğramıştı. Derhâl o öksüz yazı gözümün önünde canlandı. Birden karar verdim: Hatıralarıma devam edecektim. Bu yazılar o kararın mahsulüdür. O günle bugün arasında üslup farkından ve isim değişikliğinden başka hiçbir ayrılık yoktur. Esasen Yıldız Hatıraları adını fazla iddiacı buluyorum. Yazılarımı layık oldukları mütevazı çerçeve dışına taşırmamak için bunlara “Yıldızda Neler Gördüm?” adını verdim ve yazmaya başladım.
Bu yazılar ne Abdülhamit devrinin bir tarihî siyasisidir, ne de Yıldız’da yaşamış bir diplomatın siyasî hatıratı… Bunlar olsa olsa yirmi beş yıl evvele ait gözlemlerimin izleri üstünde bugün yapılmış bir kalem gezintisidir. İddiasız ve sade bir gezinti… Esasen bundan fazlasına hakkım da yoktu. Çünkü ben Yıldız denilen ucu bucağı bulunmaz âlemde bir seyirciden başka bir şey değildim. Benim orada mütevazı bir köşe pencerem vardı. O zaman o pencereden seyrettiklerimi bugün yazıyorum. Dün gören bir seyirci, bugün kaydeden bir kâtip. İşte bütün rolüm!
Başlamadan evvel söyleyeyim ki bu yazılar ne bir kimseye cevap ve mukabeledir ne de çıbanbaşı koparmak maksadıyla yazılmış bir tahrik ve müdahaledir. Maksadım muayyen bir tarihin