Pilgrim’in mürettebatının beş denizci ile bir miçodan oluştuğunu daha önce de söylemiştik. Bu yamak Dick Sands’di. Dick on beş yaşındaydı ve ailesi yoktu. Meçhul anne babası onu doğumunda terk etmişti ve kamuya ait bir yardım kuruluşu tarafından büyütülmüştü. Kendisini henüz birkaç saatlik bir bebekken bulan hayırsever adamın adı Dick olduğu için bu ismi almıştı. Soyadı olan Sands ise kendisinin bulunduğu yer olan Sandy Hook’tan geliyordu. Burası New York Limanı’nın girişinde, Hudson Nehri’nin ağzında bir yerdi.
Dick henüz çok genç olduğu için ileride büyük ihtimalle boyu daha da uzayacaktı. Fakat orta boydan uzun olması çok da muhtemel değil gibiydi. O kadar yapılı ve dayanıklı görünüyordu ki çok daha uzun olması imkânsızdı. Ten rengi koyu olsa da ışıldayan mavi gözleri, Anglosakson kökenli olduğunu şüphesiz bir şekilde ortaya koyuyordu. Ayrıca yüzü enerji ve zekâ saçıyordu. Yöneldiği meslek ona hayat mücadelesinde gerek duyacağı özellikleri kazandırmış gibi görünüyordu. Virgil’in çoğunlukla yanlış aktarılan bir sözü vardır: “Audaces fortuna juvat!” (Cesura talih yardım eder.) Ancak bunun aslı Audentes fortuna juvat!”dır (Korkusuza talih yardım eder.). Aradaki fark küçük gibi görünse de fazlasıyla dikkate değer. Gözü pek olandansa öz güvenliye, korkusuz olandansa cesur olana gösterir talih gülümsemesini. Korkusuz adam genellikle düşünmeden hareket eder; cesur olansa harekete geçmeden önce düşünür. İşte Dick Sands gerçekten yiğit ve cesurdu. On beş yaşındaydı. Sadece az sayıda gencin çocukluğun havailiklerini geride bırakmayı başardığı bir yaş… Bir erkeğin sahip olması gereken istikrarı yakalamıştı ve ona üstünkörü bakan herhangi bir insanın dahi zekâsından etkilenmemesi pek muhtemel değildi. Buna rağmen düşünceli biriydi. Bulunduğu durumun zorluklarını henüz genç bir yaştayken dahi idrak etmişti ve bir karar almıştı. Hiçbir şeyin kendisini azıcık dahi olsa uzaklaştıramayacağı bir karar. Kendine ait, herkesten bağımsız ve onurlu bir mesleğinin olması kararı… Kıvrak ve çevik hareketleriyle fiziksel güç gereken her alanda ustalaşmıştı. Eline aldığı her işi o kadar hakkıyla yerine getirirdi ki iki sağ eli ve iki sol ayağı olduğunu düşündürten o mucizevi ölümlülerden biri olduğunu sanırdınız.
Dört yaşına kadar Amerika’da terk edilmiş çocukları barındıran kurumlardan birinde yaşamıştı ve sonrasında hayırsever yardımlarıyla desteklenen bir endüstri okuluna gönderilmişti. Bu okulda okuma yazma ve aritmetik öğrenmişti. Ta bebeklik zamanlarından beri denizci olma arzusundan bir an dahi vazgeçmemişti. Öyle ki sekiz yaşına gelir gelmez Güney denizlerinde dolanan gemilerden birine miço olarak yerleştirilmişti. Mürettebat ona karşı ilginç bir merak duyuyordu. Bu sayede bir deniz adamının disiplinine ve işi için ihtiyacı olan temel bilgiye hakkıyla sahip olmayı başarmıştı. İşinde en iyi yerlere geleceği konusunda hiçbir şüphe yoktu. Çünkü ekmeğini alnının teriyle kazanması gerektiği ona henüz bir çocukken öğretilmişti.
Dick, ticaret gemilerinde miçoluk yaptığı zamanlardan birinde Kaptan Hull’un dikkatini çekmiş ve sonrasında kaptanın patronu olan Bay Weldon ile tanıştırılmıştı. Çocuğa yardım etmek isteyen Weldon, onun San Francisco’da kendi ailesinin de bağlı olduğu Katolik kilisesinin öğretileri doğrultusunda eğitilmesini sağlamıştı.
Eğitim hayatı boyunca Dick Sands’in en sevdiği dersler gelecekteki mesleği ile alakalı olanlardı. Dünya coğrafyasının detayları konusunda uzmanlaşmıştı ve yön bulma konusunda ihtiyaç duyacağı matematik bilgisine titizlikle adamıştı kendini. Boş zamanlarında ise her türlü macera-gezi kitabını yalayıp yutmuştu. Bu arada pratik ve teorik bilgiyi birleştirmeyi ihmal etmemişti. Hem kendisine yardım eden adama ait olan hem de nazik arkadaşı Kaptan Hull tarafından kumanda edilen deniz aracındaki miçoluk görevi kendisine verildiğinde canıgönülden sevinmişti. Bu gemide elde edeceği tecrübenin kendisine ileriki hayatında mutlaka fayda sağlayacağına inanıyordu. Birinci sınıf bir gemicinin aynı zamanda birinci sınıf bir balıkçı olması gerekir.
Bayan Weldon’ın Pilgrim’de yolculuk edecek olması Dick Sands için büyük bir mutluluktu. Kendisine yardım eden hayırsever adamın ailesine olan bağlılığı muazzam ve içtendi. Yıllar boyu Bayan Weldon ona âdeta bir anne gibi davranmıştı ve her ne kadar aralarındaki sosyal konum farkını hiçbir zaman unutmasa da küçük Jack onun için kardeş gibiydi. Hamileri olan Weldon ailesi, iyilik tohumlarını bereketli bir toprağa ektiklerinden emindi ve öksüz çocuğun samimi bir minnettarlık duygusuyla dolup taştığına şüphe yoktu. Kendisine sadece hayatına başlamasındaki yardımları için değil, iyi ve doğru olmayı öğrettikleri için de borçlu olduğu bu insanlara her şeyini feda edebileceği an gelecek miydi acaba?
Himayesine aldığı gencin ahlakına güvenen Bayan Weldon ona küçük oğlunu emanet etme konusunda hiçbir tereddüt yaşamıyordu. Sık sık ele geçen boş vakitlerde, yani deniz sakin olduğunda ve yelkenlerin ayarlanmasına gerek olmadığında miço, küçük Jack’i denizcilik mesleğini öğretmek suretiyle eğlendirmekten yorulmuyordu. Onu yelkenlere tırmandırıyor ve çeşitli eğlencelerle oyalıyordu. Fakat anne hiçbir şekilde endişelenmiyordu. Dick Sands’in çocuğuna bakmak hususundaki becerisine ve dikkatine olan güveni çok fazlaydı ve oğlunun yakın zamanda atlattığı hastalık dolayısıyla kaybettiği enerjisini geri kazandıran bu meşgale onu mutlu ediyordu.
Günler olaysız geçiyordu. Ne mürettebatın ne de yolcuların sıklıkla ters yönden esen rüzgâr dışında bir şikâyeti yoktu. Fakat sürekli doğu yönüne doğru esen rüzgârın ısrarı Kaptan Hull’u bir miktar endişelendiriyordu. Kaptan gemiyi olması gereken rotada tutarken zorlanıyordu. Öyle ki Oğlak Dönencesi rüzgârları ve ekvatoral akıntıların gemiyi, yolculuğu fazlasıyla uzatacak bir gecikmeye sebep olacak şekilde, batıya sürüklemesinden korkuyordu.
Kaptan, önceleri Bayan Weldon’ın namına rahatsızlık hissetmeye başlamıştı ve olur da Amerika’ya doğru yol alan bir deniz aracına rast gelirse yolcularına buna binmelerini tavsiye edecekti. Fakat bulundukları bu güney enlemi yüzünden hâlâ Panama’ya gidebilecek herhangi bir araca tesadüf etmelerinin güç olduğunu düşünüyordu ve o günlerde Avustralya ile Yeni Dünya arasında yolculuk eden deniz araçlarının sayısı bugün olduğundan çok daha azdı.
Hâlâ seyahatin sıradanlığını bozacak herhangi bir hadise vuku bulmamıştı. Ta ki hikâyemizin başlayacağı 2 Şubat gününe kadar.
O sabah saatler dokuzu gösterdiği sırada küçük Jack ve Dick gemi direklerine tünemişlerdi. Hava oldukça açıktı ve bütün ufku boydan boya görebiliyorlardı. Üç yelkeni düzensiz bir biçimde iliştirilmiş cıvadra,2 çocukların bulunduğu yerden aşağıda, suyun üzerinde boylu boyunca uzanıyor gibiydi. Pruva direği gençlerin ayaklarının altında güverteye kadar uzanıyordu ve ana yelkenli ile ana direk onlardan yukarıdaydı. Yelkenli yana hafif yatık bir vaziyette rüzgârla birlikte ilerliyordu. Dick Sands, Jack’e geminin ne kadar dengeli olduğunu izah ediyor ve alabora olmasının imkânsızlığını anlatıyordu. Ne var ki gemi sağa doğru yatmaya başladığı sırada ufaklık bağırdı:
“Suyun