Sandalyesine yaslandı ve gelen üç yeni misafirin adını anarak “Blank, Dash ve Chose’a makine hakkında bir şey anlattın mı?” dedi bana.
Editör ise “Bu şey tam bir paradoks.” dedi.
“Bu akşam hiç tartışacak havamda değilim. Size hikâyeyi anlatırım ama tartışacak enerjim yok.” diye söze başladı Zaman Yolcusu. “İsterseniz size başımdan geçenleri anlatırım ama sözümü kesinlikle kesmeyeceksiniz. Gerçekten ben de size anlatmayı çok istiyorum ama muhtemelen çoğu size yalan gibi gelecek. Ama inanın! Gerçekten, söylediğim bütün kelimeler doğru. Saat dörtte laboratuvarımdaydım ve o zamandan beri… Tam sekiz gün geçirdim… Öyle günlerdi ki hiçbir insan şimdiye kadar yaşamamıştır. Çok yorgunum, ama size bunu anlatana kadar uyuyamam ki. Anlattıktan sonra uyumaya gideceğim. Ama bak sözümü kesmek yok. Anlaşıldı mı?”
“Anlaşıldı.” dedi Editör ve hepimiz arkasından aynı kelimeyi tekrarladık. Ve ardından öncesinde bahsettiğim gibi Zaman Yolcusu anlatmaya başladı. İlk başlarda koltuğuna yaslanmış çok bitkin bir sesle anlatıyordu. Sonraları biraz daha canlandı. Şu anda bu satırları yazarken o anı anlatamamanın yarattığı yetersizliği mürekkebimde ve hepsinden öte kendimde hissediyordum. Sanıyorum ki sizler de yeterince dikkatli okuyorsunuz bu satırları ancak konuşan kişinin küçük lambanın ışığındaki beyazlaşmış suratını ve samimi ifadelerini göremiyor ve sesindeki tonlamaları duyamıyorsunuz. Yüz mimiklerinin, anlattığı hikâyeye göre nasıl değiştiğini göremiyorsunuz! Biz dinleyenlerin çoğu, sigara odasındaki mumların yanmaması sebebiyle gölgedeydik ve yalnızca Gazeteci’nin yüzü ve Sessiz Adam’ın diz kapağından aşağısı gözüküyordu. İlk başlarda durup durup birbirimizin suratına bakıyorduk. Sonraları bunu da bırakıp sadece Zaman Yolcusu’nun suratına bakmaya başladık.
IV
ZAMAN YOLCULUĞU
“Size geçen hafta Perşembe günü Zaman Makinesi’nin temellerinden bahsetmiştim ve size henüz tamamlanmamış hâlini de göstermiştim. İşte burada, yolculuk dolayısıyla biraz eskimiş; fil dişi çubuklarından birisi kırık; ve pirinçten yapılmış parmaklıklarından birisi eğik… Ama kalan kısımlar sapasağlam. Cuma günü makineyi tamamlayacağımı planlıyordum; ama Cuma günü, bütün parçaları bir araya getirdiğimde bir şey fark ettim. Nikel çubuklardan biri iki buçuk santim daha kısaydı ve bunu baştan yapmam gerekiyordu, bu yüzden tamamlanması bu sabaha kadar sürdü. Ve saat onda dünya üzerindeki ilk ve tek Zaman Makinesi çalışmaya başladı. Son bir defa gözden geçirdim, bütün vidaları tekrardan kontrol ettim, kuvars çubuğun üzerine bir damla daha yağ damlattım ve sandalyeme oturdum. Sanki alnına silah dayamış ve birazdan intihar edecekmiş gibi hissettim çünkü birazdan ne olacağını bilmiyordum. Bir elime açma şalterini, diğer elime kapatma şalterini aldım. Önce ilkine sonra anında diğerine bastım. Bir anda dönmeye başladım; sanki yüksekten düşüyormuşçasına bir kâbusun içinde gibiydim ve sonra etrafıma baktım. Laboratuvarda hiçbir şey değişmemişti. Ne oldu şimdi? Bir anlığına zihnim bana oyun oynuyor diye şüphelendim. Sonra saate baktım. Biraz önce saat onu birkaç dakika geçmişti, şimdi ise neredeyse üç buçuk!
Derin bir nefes aldım, dişlerimi sıktım ve iki elimle açma şalterini tuttum ve bir hışımla dışarı fırladım. Laboratuvar yavaş yavaş karardı. Tam o sırada Bayan Watchett içeri girdi ve resmen beni görmeden geçip bahçeye doğru gitti. Odayı baştan sona bir dakika gibi bir sürede dolaşmış olmalı ama bana resmen bir roket gibi geldi bu hızı. Şalteri sonuna kadar çektim. Lambanın sönmesi gibi bir anda akşam oldu ve bir anda gündüz. Ertesi akşam geldi, sonra yine gündüz oldu, sonra yine gece ve yine ve yine… Her seferinde daha da hızlanıyordu. Kulaklarımda rahatsız edici bir çınlama hâkimdi ve başım dönüyordu.
Sanırım size zaman yolculuğunun uyandırdığı duyguları tam anlamıyla aktaramıyorum. Gerçekten çok güzel etkiler bırakmıyor. Sanki kocaman bir tepeden kendinizi baş aşağı bırakmışsınız ve hiç durmadan düşüyormuşsunuz gibi bir his! Ve her an yere çakılacakmışsınız gibi… Ben hızlandıkça gece, gündüzü kanat çırpar gibi bir hızla takip ediyordu. Çok fazla vakit geçmeden laboratuvarın o bulanık görünüşü yavaş yavaş kayboldu ve Güneş’in her dakika gökyüzünde hızlı hareketini görmeye başladım. Laboratuvarımın yok olduğunu ve dışarıda kaldığımı düşündüm bir an. Bir inşaat iskelesi görür gibi oldum ama o kadar hızlı hareket ediyordum ki hareket eden herhangi bir nesneyi seçemiyordum. Dünya üzerindeki en yavaş salyangoz bile benden çok hızlı hareket edip yanımdan geçiyordu. Karanlığın ve ışığın sürekli hareketi gözlerimi bir hayli yormuştu. Derken arada hızla ilerleyen karanlıklarda ayın tekrar tekrar evrelerini ve yer değiştiren yıldızların hareketlerini gördüm. Biraz sonra, ben hız kazandıkça gece ve gündüzün hareketi yerini sürekli bir griliğe bırakmıştı; gökyüzü ise muhteşem renkte bir maviyle kaplanmıştı; hiç durmadan hareket eden Güneş, Uzay’da ateşten bir çizgiye dönüştü, Uzay’da muhteşem bir kemere benziyordu; Ay ise daha silikleşmiş bir şerite dönüşmüştü; yıldızları ise, arada bir mavinin içinde yanıp sönen daireleri saymazsak hiç göremez hâle gelmiştim.
Manzara ise garip ve silikti. Şu anda bu evin bulunduğu tepede duruyordum hâlâ ve yamacın soluk ve gri tarafı tepemde yükseliyordu. Ağaçların, âdeta bir buhar gibi büyüdüğünü ve değiştiğini gördüm. Bir gri, bir yeşil… Bir anda büyüyor, serpiliyor ve soluyorlardı. Kocaman binaların belli belirsiz yükseldiğini ve hayalmiş gibi gözümün önünden geçtiklerini gördüm. Yeryüzü resmen ayaklarımın altında eriyor ve kayıyor gibiydi. Hızımı gösteren paneldeki rakamlar âdeta birbirleriyle yarışıyordu. Tam bu esnada Güneş’in oluşturduğu alevden kemerin bir aşağı bir yukarı, bir dakika ya da daha az sürede hareket ettiğini fark ettim; artık geçirdiğim bir dakikanın bir yıla bedel olduğu açıktı; ve her bir dakikada yeryüzü karla kaplanıyor ve bir anda yok oluyordu; yerini hemen baharın getirdiği yeşillik ve canlılık alıyordu.
Başlangıçtaki o hoş olmayan duygular şimdi daha da azalmıştı. O duyguların yerini saçma bir sarhoşluk almıştı. Ve aslında makinede önceden tahmin etmediğim bir sarsıntıyla karşılaştım. Ancak kafamı buna veremeyecek kadar meşguldü zihnim ve içimde beliren ani bir çılgınlıkla geleceğe attım kendimi. Başlarda pek kalmak istemedim çünkü bu yeni duygular zihnimi yeterince meşgul ediyordu. Ama sonraları içimde merak ve korku sebebiyle kalmam gerektiğiyle ilgili duygular hissettim ve en sonunda bu duyguların mahkûmu oldum. Gözlerimin önünden kayıp giden dünyada kim bilir ne garip gelişmeler, ilkel uygarlığımızdan sonra gelen ne harika icatlar vardı acaba diye çok merak ettim. Bizim zamanımızda bile olmayan kocaman, aşırı büyük yapılar görüyordum ama bu yapılar pus ve ışıltı doluydu. Yamaç, şu ankinden daha yeşil duruyordu ve hazır olun, oraya hiç kış uğramıyordu! Dünyanın bu hâli bile, kafamdaki dalgınlığa ve bulanıklığa rağmen güzeldi. Neden sonra aklıma birden durmak geldi.
Benim ya da makinenin bulunduğu Uzay boşluğunda bir nesneye çarpma ihtimalim vardı ama yüksek hızda hareket ettiğim için bu ihtimal o kadar da önemli değildi. Aslında tam anlamıyla seyrelmiştim, yani karşıma çıkan herhangi bir nesnenin parçacıkları arasında buhar gibi süzülüp geçebiliyordum! Ama durmak demek benim atomlarımla, karşılaştığım maddenin atomlarının şiddetli bir kimyasal tepkimeye girmesine, ki bu büyük ihtimal devasa bir patlamaya sebep olacaktı ve kendimi ve Zaman Makinesi’ni mümkün olan bütün boyutların dışına, yani Bilinmeyen’e gönderecektim. Bu ihtimal, daha makinenin yapılma safhasında sürekli olarak aklımı kurcaladı ancak bunu bir erkeğin alması gereken risklerden biri olarak gördüm. Fakat şimdi bu risk bir kaçınılmaza dönüştü ve ilk baştaki gibi iyimser bir şekilde de