Sonraki Perşembe yine Richmond’a gittim (Sanırım Zaman Yolcusu’nun en iyi müdavimlerinden biriydim) ve geç gittiğim için dört ya da beş kişinin misafir odasında çoktan yerlerini aldıklarını gördüm. Tıpçı bir elinde kâğıt, diğer elinde ise saatiyle şöminenin önünde duruyordu. Gözlerim Zaman Yolcusu’nu ararken Tıpçı, “Saat yedi buçuk oldu, yemeğe başlasak mı?” dedi.
Ev sahibine atıfta bulunarak “Nerede?” dedim.
“Siz daha yeni mi geldiniz? Değişik. Elinde olmayan sebepler dolayısıyla gecikecekmiş ev sahibimiz. Bu notta da eğer saat yediye kadar gelmezse bizim yemeğe oturmamızı istemiş. Sebebini de gelince açıklayacakmış.”
Ünlü gazetelerin editörlerinden biri, “Yemek ziyan olmasın, oturalım bari.” derken Tıpçı yemek zilini çaldı.
Psikolog, ben ve Tıpçı dışında önceki yemeğe katılan tek kişiydi. Diğerleri daha yeni bahsettiğim Editör Blank, gazeteci olduğunu anladığım birisi ve sessiz, çekingen, sakalları olan, pek tanıyamadığım ve gözlemlediğim kadarıyla da bütün akşam boyunca ağzını bıçak açmayan bir başka adam. Yemek masasında herkes Zaman Yolcusu’nun olmamasıyla ilgili tahminlerde bulundu, ben de şakaya vurarak zaman yolculuğuna çıkmış olabileceğini söyledim. Editör zaman yolculuğunu ona açıklamamızı isteyince Psikolog, bir hafta önce şahit olduğumuz “ustaca hazırlanmış paradoks ve numara”dan bahsetmeye gönüllü oldu. Tam açıklamasının ortasına gelmişti ki koridorun kapısı sessizce açıldı. Kapıya dönük oturduğum için ilk ben gördüm. “Selamlar! Sonunda!” dedim ve kapıyı daha da açarak içeri girdi Zaman Yolcusu. Ben şaşkınlıktan bir çığlık attım. Benden sonra onu gören Tıpçı, “Aman Tanrı’m! Ne oldu sana böyle?” dedi. Ve masada oturan herkes kapıya döndü.
Çok kötü bir durumdaydı. Ceketi toz içindeydi ve dirseklerine kadar yeşille kaplanmıştı; saçları dağılmış ve hatta saçları, ya tozdan ya da gerçekten, grileşmiş gibi gözüküyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti; çenesinde ise henüz tam iyileşmemiş bir kesik vardı; yüzü çok derin bir acı çekiyormuşçasına bitkin ve sinirliydi. Sanki gözleri ışıktan rahatsız olmuş gibi kapının önünde biraz tereddüt ettikten sonra odaya girdi. Sokakta gördüğüm, ayağı yürümekten şişmiş zavallılar gibi topallayarak yürüyordu. Önce onun konuşmasını bekler bir tavırla sessizce ona bakakaldık.
Tek bir kelime dahi etmedi, masaya acı çekerek yaklaştı ve içeceğe doğru uzandı. Editör bir kadeh şampanya doldurdu ve Zaman Yolcusu’na doğru itti. Zaman Yolcusu o kadehi başına diktikten sonra masadakilere o eski gülümsemesini andıracak bir tebessümle bakış attı. Tıpçı, “Ne oldu böyle?” dedi. Zaman Yolcusu pek duymuşa benzemiyordu. “Sizi bölmek istemem, bir şeyim yok.” dedi diliyle dişi arasında. Biraz duraksadı, kadehini doldurulması için uzattı ve onu da tek dikişte içti. “Bak işte bu iyi geldi.” dedi. Beti benzi tekrardan eski hâline gelmeye başladı, gözlerine canlılık geldi. Boş ama hafif mutlulukla bakan bakışları tek tek yüzümüzü inceledikten sonra kalkıp sıcacık ve huzur dolu odada gezinmeye başladı. Sonra sözleri sanki ağzından cımbızla çekiyormuşuz gibi konuşmaya başladı ve “Ben yıkanayım ve temiz kıyafetler giyip geleyim. Sonra size ne olduğunu anlatacağım… Bana o koyun etinden biraz ayırın. Bir parça et için nelerimi vermezdim şu anda bir bilseniz…”
Evinde nadir gördüğü Editör’e baktı ve hâlini hatırını sordu. Editör bir soru sordu ve tam o anda Zaman Yolcusu söze girerek “Birazdan anlatırım, ama şu an biraz garip hissediyorum. Şimdi kendime gelirim.” dedi.
Bardağını bıraktı ve merdivenlere doğru yürüdü. O yürürken topalladığını ve ayaklarının sürünme sesini fark ettim ve odadan çıkarken yerimden irkilip ayaklarına baktım. Ayaklarında yırtılmış ve üzerinde kan lekesi olan çoraplar vardı. O çıktıktan sonra kapı kapandı. Bir an “Acaba peşinden gitsem ne olur?” diye düşündüm, sonra aklıma üzerine gidilmesinden nefret ettiği geldi ve vazgeçtim. Bir anlığına beynim durgunlaşmıştı. Sonra Editör’ün (alışkanlığını bozmayarak) “Saygın Bilim İnsanının Tuhaf Davranışları” dediğini duydum, sanki bir başlık atıyordu. Ve bu dikkatimi tekrardan muhteşem yemek masasına çevirmeme sebep oldu.
Gazeteci, “Ne oluyor yahu?” diye sordu. “Bize ne tür bir oyun sergiliyor? Ben tam anlayamadım.” Sonrasında Psikolog’la göz göze geldik ve yüzündeki ifadeden benim düşüncelerimin aynısının geçtiğini anladım. Bir anlığına Zaman Yolcusu’nun acılar içinde topallayarak merdivenlerden çıktığı aklıma geldi. Sanıyorum ki topalladığını benden başka fark eden olmadı.
Yaşananların getirdiği şaşkınlıktan kurtulan ilk kişi, yemeğini istemek için zili çalan (Zaman Yolcusu yemek masasında hizmetçilerinin beklemesinden pek hoşlanmazdı) Tıpçı oldu. Tam bu esnada Editör de homurdanarak çatal ve bıçağına uzandı. Sessiz Adam da aynısını yaptı. Yemek tekrardan devam etti. Muhabbet arada bir kesintiye uğrasa da gürültülü bir şekilde devam etti; sonra Editör’ün merakı yeniden alevlendi ve sordu, “Arkadaşımız sokaklarda çöp toplayarak gelirine katkı mı sağlıyor? Yoksa kendi Nebukadnezzar dönemini3 mi yaşıyor?” Ben de “Bu kesin Zaman Makinesi’yle ilgili bir şey.” dedim ve Psikolog’un önceki buluşmamızdaki anlattıklarını söylemeye başladım. Yeni gelen konukların anlattıklarıma inanmadıkları çok belliydi. Editör itiraz etmeye başladı. “Ne demek yani bu zaman yolculuğu? İnsan bir paradoksun içinde yuvarlanarak kendisini toza toprağa bulayamaz ki, değil mi?” Derken biraz kafasına oturunca işi iyice dalgaya vurdu. “Gelecekte hiç elbise fırçası yok muydu yani?”
Gazeteci de hiçbir anlattığımıza inanmayacaktı ve o da Editör’ün kolayca işleri alaya vurmasına eşlik edecekti. Her ikisi de genç, alaycı ve neşeli diye adlandırdığımız yeni gazeteci tiplerindendi. Gazeteci, “Özel Muhabirimiz Gelecekten Bildiriyor.” diye söylenirken, ya da bağırırken Zaman Yolcusu içeri girdi. Normal bir kıyafet giymiş, bitkin gözükmesini saymazsak, beni korkutan o görünüşünden eser kalmamıştı.
Editör, “Bak bir şey soracağım: Bu baylar sizin önümüzdeki haftanın ortasına yolculuk ettiğinizi söylüyor. Bize önümüzdeki hafta gerçekleşecek Rosebery at yarışları sonuçlarını söyler misiniz? Ne kadar pay istiyorsunuz bu işten?” dedi.
Zaman Yolcusu, odada onun için ayırdığımız sandalyeye tek kelime etmeden geldi ve oturdu. Önceki gibi yüzünde hafif bir tebessüm vardı. “Nerede benim yemeğim?” dedi ve ardından “Çatalımı bir ete saplamak ne kadar da güzel bir şey!” diye ekledi.
Editör, “Anlat şu hikâyeyi!” diye bağırdı.
Zaman Yolcusu da “Başlarım hikâyesine! Sadece yemek yemek istiyorum. Proteini damarlarımda hissedene kadar tek bir kelime dahi etmeyeceğim. Teşekkür ederim. Tuzu uzatır mısınız?”
Ben, “Tek bir şey soracağım: Zaman yolculuğunda mıydınız?”
Ağzında yemek doluyken başını sallayarak “Evet.” dedi Zaman Yolcusu.
Editör, “Tam anlamıyla olayı anlatırsan satır başına bir şilin4 veririm.” dedi. Zaman Yolcusu, Sessiz Adam’a doğru bardağını yöneltti ve tırnağıyla bardağa vurdu; bunun üzerine yüzüne bakmaktan kendisini alıkoyamayan Sessiz Adam, bardağını şarapla dolduruverdi. Yemeğin bundan sonraki kısmı pek de hoş geçmedi. Aklıma