Squire ve Çiftçi Grey, kendilerinin söylediklerine göre, atlara taşıma dizginleri takılmasını bıraktırmak için yaklaşık yirmi sene beraber çalışmışlardı ve bizim çevremizde bu dizginlerden çok nadir görürdünüz. Ancak bazen hanımefendimiz çok yüklenmiş ve kafası gerilmiş bir at görürse arabayı durdurur, iner ve sürücüyle tatlı, ciddi ses tonuyla konuşur ve yaptığının ne kadar aptalca ve zalimce olduğunu göstermeye çalışırdı.
Hiçbir adamın bizim hanımefendimize dayanabileceğini sanmıyorum. Keşke her hanımefendi onun gibi olsa… Sahibimiz de bazen çok kızar… Hatırlıyorum da bir sabah benimle eve giderken narin bacaklı, soylu, hassas başlı ve suratlı; küçük, güzel bir midillinin çektiği bir gezinti arabasında, güçlü bir adamın bize doğru sürdüğünü gördük. Tam da adam bizim arazimizin kapılarına gelmişken küçük şey kapılara doğru döndü. Adam hiçbir şey söylemeden ya da uyarmadan canlının kafasını kuvvetle ve aniden öyle bir döndürdü ki neredeyse başını koparacaktı. Midilli kendini toparlamış, yoluna devam ediyordu ki adam kızgınca kırbaçlamaya başladı. Midilli öne doğru savruldu ama güçlü, ağır el, güzel canlıyı, çenesini kopartabilecek bir kuvvetle geriye doğru çekti; bu arada kırbaç hâlâ midillinin üzerinde şaklıyordu. O kırbacın, o küçük tatlı ağza ne kadar acı verdiğini bildiğim için bu benim açımdan korkunç bir görüntüydü. Ancak sahibim bana bir şeyler söyledi ve biz, bir saniye içinde o adamın yanındaydık.
“Sawyer!” diye bağırdı acımasız sesiyle. “O midilli, sadece etten kemikten mi yapıldı?”
“Et, kemik ve huysuzluktan.” dedi. “Kendi isteklerinden başkasını dinlemiyor ve bu hiç de bana göre değil.” Çok sinirliymiş gibi konuşuyordu. Bizim arazimize sık sık iş için gelen bir inşaat işçisiydi.
“Ve sence…” dedi sahibimiz sert ses tonuyla. “Bunun gibi bir tavır, onu, senin isteklerine göre davranmaya teşvik eder mi?”
Adam kaba ses tonuyla “Bu dönüşü yapmak onun ne haddine. Onun yolu dümdüz ileriydi!” dedi.
Sahibimiz “Genellikle onu benim yerime doğru sürersin. Bu davranışı da hayvanın, hafızasını ve zekâsını gösterir. Senin, benim oraya tekrar uğramadığını hayvan nereden bilsin? Ancak tüm bu olayın bu durumla alakası yok. Bay Sawyer, şunu söylemeliyim ki küçük bir midilliye karşı takınılan insafsızca, zalimce tutumlara şahit olmak gibi bir zorunluluğum yok benim. Sizi, bu kızgınlığın yönlendirmesine izin vererek kendi karakterinizi, atınızı incittiğinizden daha çok incitiyorsunuz ve unutmayın, hepimiz davranışlarımıza göre yargılanacağız; bunlar ister adamlara ister canlılara karşı olsun fark etmez.”
Sahibim bana yavaş biniyordu ve sesinden durumun onu ne kadar üzdüğünü anlamıştım. Kendi sınıfından aşağı birisiyle olduğu kadar kendi sınıfından biriyle de özgürce konuşurdu. Bir gün dışarıdayken sahibimizin bir arkadaşı olan Kaptan Langsley’ylekarşılaştık. İki muhteşem gri at sürüyordu. Küçük bir sohbetten sonra kaptan:
“Bay Gordon, yeni takımım hakkında ne düşünüyorsun? Sen de bilirsin ya sen, buralardaki at yargıcısın ve fikrini öğrenmeyi çok isterim.” dedi.
Sahibim onları daha iyi görebilsin diye beni biraz geriye doğru götürdü. “Oldukça nadir, muhteşem bir güzellikleri var.” dedi. “Eğer göründükleri kadar iyilerse daha iyisi can sağlığı. Ancak senin bu kızgın tavrın atları sadece endişelendirir ve onların güçlerini azaltır.”
“Ne demeye çalışıyorsun?” dedi diğer adam. “Taşıma dizginleri mi? Hımm! Biliyorum onları eleştirmek senin için bir hobi. Ancak gerçek şu ki ben atlarımı kafaları yukarıda severim.”
“Ben de.” dedi sahibimiz. “En az diğer adamlar kadar. Ancak bu, onlara zorla yaptırılmamalı çünkü olayın tüm güzelliğini alır götürür. Sen askerî rütbeye sahip bir adamsın Langsley ve bölüğünün geçitte güzel görünmesini istediğine şüphe yok. ‘Başlar yukarı!’ ve böyle şeyler… Ancak adamlarının başları bir arkalığa bağlı olsaydı yeteneğin için takdir görmezdin. Geçitte sorun çıkmazdı ancak bölüğün endişelenir ve yorulurdu. Ancak kaslarını özgürce kullanmak isteyecekleri, tüm güçleriyle ileri atılmak isteyecekleri bir savaşta olsalardı ne olurdu? Ben onlara pek zafer şansı vermezdim ve bunun aynısı atlar için de geçerli. Onları huzursuz ediyorsun, endişelendiriyorsun ve güçlerini azaltıyorsun. Ağırlıklarını işleri için kullanmalarına izin vermiyorsun. Böylece onlar da eklemlerine ve kaslarına yükleniyor. Bu da onları fazla yoruyor. Şuna güvenebilirsin: Atların başları adamlarınki kadar serbest olmalı ve eğer daha çok mantığa göre ve daha az modaya göre davranabilsek pek çok şeyin daha düzgün işleyeceğini görürüz. Ayrıca benim kadar iyi biliyorsunuz ki bir at, başı ve boynu bağlı olduğu zaman, yanlış bir adım atarsa kendini iyileştirme şansı daha az olur.”
“Şimdi…” dedi sahibimiz gülerek. “Taşıma dizginini eleştirme hobim tırıs gidiyor. Ona da ata hükmettiğiniz gibi hükmedemez misiniz? İsminiz dillere destan olurdu.”
Diğeri “Düşüncenizde haklı olduğunuza inanıyorum, askerler hakkında söyledikleriniz de çok isabetli ancak yine de ben bu konuyu bir düşüneceğim.” dedi ve ayrıldılar.
Fırtınalı Bir Gün
Sonbaharın sonuna doğru, sahibimiz, iş için uzun bir yola çıktı. Köpek arabasına bağlandım ve John da sahibimizle beraber gitti. Köpek arabasında gitmeyi her zaman sevmişimdir: Çok hafiftir ve yüksek tekerlekler çok güzel gider. Çok yağmur yağıyordu, şimdi rüzgâr da kötüleşmişti ve yola bolca kuru yaprak savuruyordu. Bariyere ve alçak tahta köprüye gelene kadar mutlu mesut ilerliyorduk. Nehrin yatağı oldukça yüksekti fakat üzerindeki köprü yükseltisiz, dümdüz bir köprüydü; bu yüzden nehir fazla dolduğunda su, köprünün ortasında, neredeyse köprüye ve tahtalara kadar ulaşıyordu: Ancak iki kenarda da iyi, dayanıklı tırabzanlar olduğu için kimse bunu umursamıyordu.
Kapıdaki adam nehrin yükseldiğini ve kötü bir gece olacağından korktuğunu söyledi. Pek çok çayırlık sular altında kalmıştı ve yolun alçak kesimlerinde su, dizlerime kadar çıkmıştı. Ancak köprünün sonu iyiydi ve sahibim dikkatle sürdü. Bu yüzden dert etmedim.
Kasabaya vardığımızda tabii ki iyi bir yemek yedim ama işi, sahibimi çok oyaladığı için, öğleden sonra geç vakitlere kadar ev için yola çıkamadık. Rüzgâr iyice şiddetlenmişti ve sahip, John’a, daha önce hiç bu kadar şiddetli bir fırtınada yola çıkmadığını söyledi. Ormanın kenarında, büyük dalların çalı çırpı gibi sallandığı ve sesin berbat olduğu yerde ilerlerken ben de tam olarak sahibim gibi düşündüm.
Sahibim “Umarım bu ormandan hepimiz sağ salim çıkarız.” dedi.
“Evet efendim.” dedi John. “Bu dallardan biri üstümüze düşerse çok kötü olur.”
Kelimeler ağzından yeni çıkmıştı ki bir gürültü, çatırtı ve kırılma sesi duyuldu. Diğer ağaçların arasından sıyrılaran bir meşe, kökünden çıktı ve hemen önümüze, yola düştü. Korkmadığımı söyleyemeyeceğim çünkü korktum. Hemen durdum ve sanırım titredim de. Tabii ki geri dönmedim ya da kaçmadım. Bu şekilde yetiştirilmedim. John sıçradı ve bir dakika içinde üzerime bindi.
Sahibim “Az kalsın üzerimize geliyordu.” dedi. “Şimdi ne yapacağız?”
“Beyefendim o ağacın üzerinden geçemeyiz, etrafını da dolaşamayız. Yapabileceğimiz