Benim Wahlheim’ı bilirsin. Artık orada iyice yerleştim, orada Charlotte’a on beş yirmi dakikalık bir yol var. Orada ben, benliğimi anlıyor ve bir kul için nasip olabilecek saadetin tamamını kendimde buluyorum.
Acayip şey! Buraya gelip de tepeden o güzel vadiye göz gezdirdiğim vakit her tarafı nasıl da ayrı ayrı beğendim, hoşuma gitti. Burada bir küçük koru… Ah! Kabil olsa da onun kuytu gölgeliklerine bir dalabilsek! Ötede bir tepe… Ah, ne olurdu sen oradan şu genişlikleri sarabilseydin! Şu zincirleme tepeler ve aralarındaki ıssız dereler… Oh! Keşke oralarda ben yolumu, izimi kaybetsem!.. Oralarda gezer gezer sonunda aradığımı bulmaksızın geri dönerdim.
Bence bu uzaklıklar ne ise istikbal dediğimiz gelecek zaman da odur. Esrar ile dolu engin bir ufuk ruhumuza karşı açılır durur. Gözümüz nasıl dalarsa duygumuz da o ufkun derinliklerine öyle süzülür. O zaman yalnız bir duygu… Fakat büyük, ışıltılı bir duygu ile kalmak için bütün varlığımızı vermeye can atarız. Koşarız, uçarız. Fakat ne yazık! Uzaklar yaklaşınca, özlediğimiz yere varınca görürüz ki değişen hiçbir şey yoktur. Kendimizi gene o yoksulluğumuzun dar çerçevesi içinde buluruz. Bu böyle gider ve ruhumuz daima elinden kaçan saadetin arkasından içini çeker durur.
İşte bunun için en azılı bir serseri bile sonunda vatanını özleyerek ah eder ve şu geniş toprak üzerinde nafile yere aradığı eğlenceyi gene kendi kulübesinde, karısının, çocuklarının yanında onlara bakıp büyütmekte bulur.
Sabahleyin, güneş doğar doğmaz kalkar, sevgili Wahlheim’ıma giderim. Orada ev sahibi kadının bahçesinde kendi elimle topladığım bezelyeleri -bir taraftan Homeros’umu okuyarak- ayıklarım. Küçük mutfaktan aldığım kuşhaneye biraz tereyağı ile bunu koyarak üstünü kapadıktan sonra ara sıra tencereyi karıştırmak üzere şöylece bir oturdum mu işte o zaman Penelope’un kendini beğenen âşıkları nasıl olmuş da kendi elleriyle öküzleri, domuzları paralayıp kebap etmişler, bunu iyice anlarım. Eski zaman aile hayatı kadar hiçbir şey beni tatlı ve yanılmaz duygularla doldurmuyor ve açık söylüyorum, ben de hayatımı çok şükür o hayata bağlayabilecek bir yaratılıştayım.
Bahçesinde yetiştirdiği lahanayı ehemmiyetle sofrasına koyan bir adamın şu sade ve çocukça keyfini duyacak bir kabiliyette yaratıldığım için ne kadar bahtiyarım! O yalnız önündeki lahananın tadını almıyor, fazla olarak onu diktiği güzel sabahları, suladığı tatlı akşamları ve onları yavaş yavaş büyüttüğünü görmekten ileri gelen keyiflerini de tekrar yaşıyor.
Evvelsi gün hâkimi görmek için şehirden doktor geldi. Ben Charlotte’un kardeşlerinin arasında yere oturmuş, onlarla oynuyordum. Kimi omzuma sıçrıyor kimi kolumu çimdikliyordu. Ben de onları gıdıklıyordum. Biz böyle şamata ederken doktor üzerimize geldi.
Bu adam… Nasıl anlatayım? Söz söylerken bir düzine kolluklarının kırmalarını düzeltmek veya kocaman yakalığını çekip uzatmak gibi münasebetsizlikleri kendine iş edinen bu avanak… Evet o şık doktor; o âlim kukla benim bu hâlimi beğenmedi, kendini bilenlere yakışmayacak çocuklardan saydı. Bunu yüzünden pekâlâ anladım, bununla beraber hiç tetiğimi bozmadım. Arkamdan ne söylerse söylesin dedim.
İskambil kâğıtlarından yaptığım köşkü çocuklar bozmuştu. İki dakika sonra gene dağılacak olan bu köşkü özenip bezenerek onun gözü önünde tekrar yapmaktan çekinmedim.
Doktor şehirde kendisini dinleyenlere benim için iyi atmış tutmuş, hâkimin çocukları zaten iyi bir terbiye görmezken “Werther” ismindeki ipsizin elinde bütün bütün çığırından çıkmışlar imiş.
Evet, dostum benim yüreğim herkesten fazla çocuklara karşı açıktır. Onların her hâli bende alaka uyandırır. Ne vakit kendilerini tetkik etsem o küçük yavrularda, büyüdükleri zaman beraber büyüyecek olan bütün yüksekliklerin ve seciyelerin tohumunu bulurum. Bence inatçılıkları ileride kuvvetli bir seciye sahibi olacaklarının, yaramazlıkları ve hatta muziplikleri hayat uçurumlarına düşmeden geçiverecek şen ve hafif bir yaratılışta bulunduklarının alametidir. Hem bütün bunlar ne temiz ne dobraca değil mi? İşte böyle düşündüğüm zaman hep Metr’in “Keşke siz de onlara benzeyebilseniz!” dediğini hatırlarım.
Bununla beraber sevgili kardeşim, o çocuklar ki bize eştirler, belki de bize model olmaya layıktırlar, biz o çocukları kendi keyfimize göre yola koymaya kalkışırız. İsteriz ki olmaz dediğimiz şeyden hemen vazgeçsinler, hiç üstelemesinler! Peki biz kendimiz öyle miyiz? Onlardan fazla nemiz var? Fazla yaşlı ve daha akıllı olmamız mı? Allah’ım, sen bu dünyada yaşlı kocaman bebeklerle küçük yavrular yaratmışsın, başka bir şey değil! Bunların hangisini beğendiğini peygamberin bize söyleyeli çok oldu. Fakat senin kocaman bebeklerin hem iman ederler hem gene kendi bildiklerine giderler (Bu da böyle gelmiş böyle gider, eski bir yoldur.) ve çocuklarını kendilerine benzetmeye çalışırlar ve… Adiyö Wilhelm; bu kadar yeter, fazla tıraşa lüzum yok.
Charlotte bir hastaya nasıl bakarsa ben de şu zavallı kalbimi öyle bakılmaya muhtaç görüyorum: Bu kalp, yatağında inleyen herhangi bir hastadan daha çok ağrı çekiyor.
Charlotte birkaç gün kadar şehirde, zavallı bir kadıncağızın yanında kalacak. Hekimlerin dediğine göre çok zaman yaşamayacak olan bir kadın ki son demlerinde Charlotte’u istemiş.
Geçen hafta onunla beraber köy papazını görmeye gittikti. Bizden yarım saat uzak olan bu köyceğiz yeşil dağların kucağında uyuyor gibidir. Saat dörde doğru oraya vardık. Charlotte küçük kız kardeşini de yanına almıştı.
İki büyük ceviz ağacının gölgesine sığınan avluya girdiğimiz vakit muhterem ihtiyar bir tahta kanepede oturuyordu. Charlotte’u görünce sanki taze can buldu. Boğumlu bastonunu unutarak yerlere yuvarlanırcasına onu karşılamak istedi. Charlotte hemen koştu, ihtiyarı yerine oturttu. Kendisi de yanı başına oturdu. Ona babasının selamını söyledi. İhtiyarın biraz pis ve şımarık olan torununu da sevdi, öptü.
Görmeliydin dostum; ihtiyarla nasıl candan konuşuyor, biraz ağır işiten kulağına hafifçe eğilerek nasıl biraz yüksekçe fakat hiç kararını aşmadan lakırtı söylüyor, ona birçok sağlam gencin apansız nasıl öldüklerini anlatıyor, gelecek yazı Karlsbad kaplıcalarında geçirmek niyetinde olduğunu söyleyerek ilaçların faydasını nasıl izah ediyor; hasılı onu görmeyeli çok fark ettiğini, pek dinç göründüğünü nasıl temin ediyor; orada bulunmalıydın ve bunları görmeliydin!
Kızı, Mösyö Schmidt’le çayıra gitmiş. Çok geçmeden geldi. Charlotte’u candan kucakladı, öptü.
Senden ne saklayayım, kız hoşuma gitti. Bu canlı ve güzel endamlı küçük esmerle köyde pek iyi vakit geçirilebilir. Âşığına gelince (Çünkü biz Mösyö Schmidt’e hemen bunu yapıştırmıştık.): Hâl ve tavrı yerinde fakat çok soğuk bir adamdı. Lafa karışması için Charlotte o kadar uğraştığı hâlde ağzını açıp bir söz söylemedi.
Beni en çok üzen neydi biliyor musun? Yüzünden anladığıma göre bu delikanlı hiç lafa karışmayacak kadar kafasız değildi: Tabiatı böyleydi. Bunu aksiliğinden yapıyordu. Nitekim çok geçmeden anladığım gibi çıktı.
Şöyle bir tur yapalım dedik, kız Charlotte’tan ayrılmıyor fakat bazı kere de benimle yalnız kalıyordu. Dikkat ettim. Schmidt’in zaten esmer olan yüzü enikonu karardı. Bir derecede ki Charlotte kolumu çekip usulca “Aman, kıza karşı biraz soğuk davranın!” demeye mecbur oldu.
İnsanların