Beni tanımamış, beni tanıyamamıştı. Onun gözünde benim varlığımla yokluğum birdi!.. Ah o mağrur, o vakur kız acaba orada, o sandalye üzerinde, uzak bir ufukta ve meçhulde kaybolmuş süzgün bakışlarıyla neyi, kimi tanımaya, görmeye çalışıyor, kimi düşünüyordu ve yanımdan nasıl geçmişti? Hissiz, varlığımdan habersiz, ağırbaşlılıkla, mağrurane!.. Yolunun üzerinde görmek istemediği, tanımak istemediği, ilgili olmadığı bir şeye, bir engele tesadüf etmiş gibi daima o meçhul ve uzak hayale tebessümler saçarak geçip giderken
“Aaa!..” demişti. “Sizi tanıyamıyordum.”
Şimdi hızlı hızlı yürüyordum. Bütün hislerim, izzetinefsim belirsiz bir hakaret altında kamçılanıyor, kanıyordu… Nefret ediyordum; o mağrur, o kibirli genç kızlardan… Bizleri kendilerine yabancı, kendilerinden uzak, başka bir âlemden, başka bir cemiyetten, başka bir mayadan sayan o halktan nefret ediyordum! Bütün gençlik gücüm bir araya gelmiş, isyan ediyordu.
Onlara hükmetmek, onlara aşağılayarak bakmak, böyle yapabilecek bir hâle gelmek, onların arasında benzersiz biri olmak, onların kibir ve gururunu kırmak arzusu o dakika bütün hislerimi kapladı. Şiddetle,
“Ben de bu kızın kalbine sahip olacağım!” dedim. “Mutlaka bu kız da beni sevecek; beni görünce kalp çarpıntılarına uğrayacak; beni düşünecek; buradan giderse İstanbul’u, benim vatanımı özleyecek; bu mağrur İngiliz kızının kalbi genç bir Türk’ün sevgisiyle çırpınacak!.. Mutlaka, mutlaka!..”
Saat kulesinin önündeydim. Birdenbire saat on biri çaldı. Bir müddet durdum, dinledim. Bulunduğum sırttan deniz gözüküyordu. Her şey sessiz ve sakindi. Gemi ve vapur direklerinin akisleri, denizin üzerinde uzanıp gidiyordu; ufukta ince bir sis uyanıyor gibiydi. Karşıki dağların zirvesine, sırtların kenarına beyaz beyaz tüller yayılıvermişti, sanki meçhul bir el onları hafif hafif kımıldatıyordu.
Vücudumda bir ürperme duydum, bastonumu koltuğuma kıstırıp makferlanıma iyice sarıldım, acele acele yürümeye başladım.
Şimdi kendi kendime gülüyor, kendi kendimle alay ediyordum ve kendim için, “Balzac’ın kahramanlarına döndüm!” diyordum.
Balzac’ın Rastignac’i de bir balodan dönüşünde böyle yıldızlı bir semaya karşı Paris kaldırımlarında durmuş, “Bu şehir benim olacaktır!” dememiş miydi. Ben de onun gibi; “Lydia’nın kalbi benim olacak!” diyordum. Tekrar hislerimi inceledim. Kendimi ve kalbimi yokladım.
Böyle buhranlı zamanlarımda âdetim olduğu üzere kendi kendime hitap ederek
“Tabii değilsin, Şekip!” dedim. “Kendini aldatıyorsun yavrum!.. Miss Lydia’yı bir daha gördüğün anda seveceksin ve sonra ebediyen muzdarip olacaksın!”
Yine o süzgün gözler, o yarı mütebessim dudaklar, o kumral saçlar, o yumuk çehre, o beyaz omuzlar gözümün önüne geldi, elimde olmadan yüreğim çarptı, bastonumu şiddetle savurdum.
“Ne olursa olsun!” dedim. “Hayata, kadere tabi olalım ve artık düşünmeyelim.”
Eve de varmıştım. Cebimdeki anahtarla yavaşça kapıyı açtım. Kimseyi uyandırmamak için sessiz sessiz odama çıktım. Şafak henüz atıyordu. Odamda bir aşağı bir yukarı gezinerek soyunduğum sırada Lydia’yla oynadığımız valsi mırıldanıyordum.
Ertesi gün saat beşi çeyrek geçe Madam Daven’nun kapısındaydım. Beni karşılayan beyaz boyun bağlı, fraklı hizmetkâra bastonumla paltomu verdiğim sırada sordum:
“Madam kabul ediyor mu?”
“Evet bey, madam küçük salondadır.”
Önüme düştü, palmiyelerle, halılarla süslü mermer merdivenden çıktık. Büyük salonun kapısı açılınca derinden kahkahalarla karışık kadın sesleri duyuldu. Salonda halılar kaldırılmış, cilalı parke parıldıyor, açık piyanonun yanında bir tapör, yani ücretle tutulmuş biri, birtakım notaları karıştırıyordu. Hizmetkâr mavi atlas üzerine sırma işlenmiş Kütahya işi bir perdeyi usulca kaldırdı, kenara çekildi, içeriye girdim.
Bu ufak boduvar’da Matmazel Markeza’larla Madam Dölans bulunuyordu. Madam Daven’nun elini öptükten sonra matmazellere hürmetlerimi sundum. Madam Daven’ya dedim ki:
“Salona şöyle bir göz gezdirdim madam, halılar kaldırılmış, tapör cenapları da piyanonun başındaki yerlerini almışlar… Demek dört gözle gelişim bekleniliyormuş. Lakin şimdiden haber vereyim, bir şeye başlamak hususunda benim kadar yeteneksiz, ahmak adam yok gibidir.”
Hepsi birden söylemeye başladılar. Bu söz hücumu arasında beni şaşırttılar.
“Boş yere üzülmeyiniz, Şekip. Sizin zekânızı, kavrayışınızı övmemeye karar verdik, onun için boşuna kendinizi yormuş olursunuz.”
Yine hepsi birden gülüyorlardı. Madam Daven bana yer gösterdi.
“Şaşırmayınız, oturunuz.” dedi.
Hep beraber oturduk, bir halka teşkil ederek konuşmaya başladık.
Madam Daven devam etti:
“Dün geceki baloda hiç eğlenmedim. O kadar kalabalık arasında dans etmek bir azap! Hele kotilyonda oturacak yer bulamadık. Ta üçüncü sırada kaldık!”
“Ya komite üyesinin nezaketsizliği!.. Kotilyonu yalnız bildiklerine dağıttılar. Aynı parçadan bir kadına üç dört tane birden verdiler de sonra hiç almayanlara terbiyesizce ‘Kalmadı efendim, ne yapalım? Yaratalım mı?’ gibi davranışlarda bulundular!”
Madam Dölans da oradan atıldı:
“Canım ne vakit öğreneceksiniz?.. Bu Beyoğlu’nda her kusurdan, her ayıptan aklanmış ve saygıdeğer olmak için ya elçiliklerin ileri gelenlerinden yahut İngiliz olmalı, şüphesiz dün akşamki o çirkin, o soğuk İngiliz kızına dikkat etmişsinizdir. Kotilyondan sonra yalnız çiçeklerini iki kişi taşıyordu. Bari güzel bir şey olsa!”
Matmazel Laura Markeza da söze karıştı:
“Yok, doğrusu ben pek beğendim o kızı, üzerinde bir kibarlık, bir zarafet var. Bana sorarsanız dün gece en iyi tuvalet onunkiydi. Tabii Madam Daven müstesna…”
Madam Daven hafif hafif öksürdü ve dedi ki:
“Şekip Bey bir şey söylemiyor! Acaba genç miss’i o nasıl buluyor?”
“Nafile!” dedim. “Benden bir şey alamazsınız. Kadınlar hakkında, kadınların yanında görüş açıklamaktan daima kaçınırım.” Matmazel Alice Markeza güldü.
“Canım, Şekip Bey de artık baştan aşağı fazilet oldu. Daha önce böyle değildiler. Bu değişim neden acaba?”
Madam Daven:
“Neden olacak?” dedi. “Şüphesiz yeni bir aşktan!.. İnsanı aşk kadar; tedbirli, ağzı sıkı, başkalarına karşı hoşgörülü eden bir şey yoktur!”
İki kız kardeş birden atıldılar:
“Çok tuhaf. Şekip Bey âşık olur muymuş? Acaba bu zor beğenen kişi, kimi sevebildi?”
Madam Dölans manalı bir biçimde tebessüm ederek dedi ki:
“Dün gece baloda en çok kiminle vals ettiğine dikkat ettiyseniz anlamışsınızdır.”
Madam Dölans gayet çirkin, ikiyüzlü, son derece kıskanç bir kadındı; ki eşinin memurluğu ve kendisinin büyük serveti sayesinde cemiyet içinde önemli bir yer edinmiş olduğundan genç kadınlar bir araya geldikçe, fırsat buldukça arkasından söylemediklerini