Bir kahkaha salıverdim:
“Kadın da değilsiniz öyleyse! Çünkü, o derece güzel erkekten, hakikaten kadın olan hoşlanamaz.”
Madam Daven durdu, kolunu kolumdan çekti, yelpazesini yarım açtı; dikkatle yüzüme bakıyordu.
“Demek, ciddiymiş… Fernan’ı hakikaten kıskanıyormuşsunuz, öyle mi?..”
Sesime sahte bir hüzün verdim. Önüme baktım, helecanlı görünmemek için kendimle mücadele ediyormuşum gibi davranarak gayet yavaş
“Sizi…” dedim. “Sizi herkesten… Herkesten kıskanırım. Bilmem niçin, öteden beri siz de beni kıskandırmaktan, bana ızdırap çektirmekten zevk alırsınız.”
Yine koluma girdi, minimini tül yelpazesiyle çenesini, dudaklarını örterek konuşmaya başladı:
“Ben zannediyordum ki o sizin herkesçe bilinen ateşli sevdanız artık sönüp bitmiştir. Demek ki yanılıyormuşum. Bu kadar meşguliyet arasında, o ölmüş aşkı hatırlamaya tenezzül ettiniz öyle mi?..”
“Doğrusu beni güldürüyorsunuz!”
“Siz de benimle böyle eğlendikçe beni yaralıyorsunuz! Benim ne kadar hassas, ne kadar samimi, size olan hayranlığımın ne derece ciddi olduğunu bilirsiniz, o hâlde…”
“O hâlde, azizim, eski hastalığın nüksetmemesi için hemen tedbir almanızı tavsiye ederim. Bütün nükseden hastalıklar pek vahimdir! Hele kalp hastalıkları; âdeta öldürücü olurlar. Ölümünüze sebep olmayı istemem!”
Eliyle bir köşede duran kadınları göstererek
“Sonra bunların elinden kurtulamam, beni parçalarlar! Benimle eğleniyorsunuz, fakat zararı yok, ben bundan şikâyetçi değilim, çünkü beni de eğlendiriyorsunuz; benim aşk felsefeme göre kadınları eğlendirmeyi başarmak ilerisi için büyük bir ümittir.” dedi
Palmiyelerin altında duran kanepeye yaklaşmıştık. Madam Daven yorgun bir edayla kendini oraya attı, yelpazesiyle yanını göstererek dedi ki:
“Şimdi oturunuz da güzel güzel konuşalım.”
Düz, parlak ve gayet kalın pembe atlastan tuvaleti o kadar sade, o kadar sadeydi ki ne bir dantela ne bir kurdele parçası; hiçbir şey o sadeliği bozmuyordu. Yalnız, göğsüyle kollarının içinden ince bulutlar gibi pembe pembe muslinler dışarı doğru düşüveriyor; bunlar gayet nazik olan tenine âdeta bir şeffaflık veriyordu. Beline aynı renkte kurdeleden bir kemer takmış, kemerin yan tarafına da bir demet menekşe iliştirmişti.
Bu demetten bir iki menekşe çıkardı. Bunları dişleriyle koparıp dudaklarının arasında bir müddet oynadıktan, parçaladıktan sonra, ağzının şirin bir hareketiyle o zavallı menekşe parçalarını birer birer ufalayıp attı. Gülerek dedim ki:
“Şu hâliniz tabiatınızı ne güzel gösteriyor, bilseniz! Bir şeyi evvela göğsünüzde, kalbinizin üzerinde taşırsınız; sonra onu dişlerinizle parçalar ve dudaklarınızın ufak, tabii, elde olmayan, belki sizce de hissedilmeyen bir hareketiyle ayaklar altına atarsınız! İşte siz! Siz bu hareketlerle tamamıyla kendinizi açıklıyorsunuz!” Cevap verdi:
“İhtimal ki haklısınız, fakat bir müddet kalbimin üzerinde bulunmak için, daha sonra böyle yerlere atılmaya razı olanlar pek çoktur, dersem bana inanır mısınız?”
“Hatta iman ederim!..”
O aralık el ele tutuşmuş yüzlerce kadın erkek gülüşerek, birbirini çekerek önümüzden geçiyorlardı. Bu alay, önce sağdan sola doğru koşuşurken birdenbire bir ses “Sola!” komutunu verince hep birden sola döndüler. Kadınlar, kızlar, kendilerini büsbütün bırakmışlar, âdeta sürükletiyorlar, erkekler düşmemek, kadınların eteklerine ayaklarını dolaştırmamak için önlerine bakarak ilerliyorlardı. Bu çılgın, bu pürneşe dans alayı aralıksız önümüzden geçiyordu:
“Ne güzel!” dedim. O:
“Gerçekten pek güzel!” dedi; sonra kaşının ucuyla öteden gelen Miss Lydia’yı gösterdi.
“İşte kalbinizin hâkimi geliyor! Selama hazırlanın!” Ve ayağını ayağının üzerine atarak güzel başını kanepenin kenarına doğru bıraktı. Yelpazesiyle çenesini gizleyerek uzun ve gaddar bir kahkaha salıverdi.
“Ne tabiat Ya Rabb’i!” diyordu. “Ne tabiat!” Ben de elimde olmadan ona uyarak gülüyor ve soruyordum:
“Allah bilir ki ne demek istediğinizi anlayamıyorum?”
“Bırakın Allah aşkına, demincek nasıl vals ettiğinizi görmedim mı zannediyorsunuz?”
Eteğini okşayarak, kanepenin üzerinden mendilini, yelpazesini alarak ayağa kalktı. Ben hâlâ yerimden kımıldamamıştım. Ciddi bir tavırla dedi ki:
“Size gayet ciddi bir şey söyleyeyim mi, Şekip? Emin olunuz ki on beş güne kalmayacak, siz bu çirkin kızı çıldırasıya seveceksiniz!..”
Yine uzun bir kahkahadan sonra elini uzatarak “Şimdilik adio!” dedi, iki adım yürüdükten sonra döndü, hâlâ gülüyordu. Dedi ki:
“Bakınız ne kadar iyi kalpliyim, size bir haber daha vereceğim, iki ay sonra da…”
Gözlerini kırptı. Sol elini kaldırdı. Parmaklarını oynatarak uzağı gösterdi, pembe dudaklarıyla zayıf bir ıslık çalarak
“Uçtu… u… u…” dedi ve durmadan gülerek pembe atlas tuvaletinin alaycı hışırtısıyla ilerledi, kalabalığa karıştı. Gözden kayboldu!
İşte o zaman düşündüm; gönlümün pek harap olduğunu anladım; artık sevemiyordum… Bu karışık, kararsız, mağrur kadınları sevemiyordum. Bir buçuk sene evvel yanında her türlü çılgınlığı yapmaya hazır olduğum şu kadının yanında şimdi zerre kadar duygulanım, heyecan hissedemeyişimin sebeplerini incelemek istedim. Ah, acaba benim kalbim, başka erkeklerin, başka gençlerin kalbine benzemiyor muydu? Niçin en ufak, en adi bir sebeple bütün bağlılığım sona ermeye yüz tutuyor?.. Bir gün evvel sevdiğim, taptığım, yolunda her fedakârlığı yapmaya kendimi hazır hissettiğim bir kadından bir söz, bir tavır yahut adi bir his için nefret edercesine soğuyordum? Ah ben ne arıyordum?.. Nasıl bir kalp, nasıl bir sevgi, nasıl bir kadın hayal ediyordum? Artık bıkmış, usanmıştım; bir romanın malum kısımları gibi sürüp giden o belirli, o bilinen devrelerden geçmeye mahkûm salon sevdalarından artık tiksinmiştim. Ya müsrif, havai bir eşin intikamını almaya yahut ihtiyar, hasta bir kocanın vazifesindeki noksanları, ihmalleri karşılamaya alet olmayı adi, pek adi buluyordum…
Fakat ne istiyordum? Acaba nasıl bir sevgi, nasıl bir kadın hayal ediyordum?
Gönlümde, bütün o şehvetli, o titretici aşklar hakkında derin bir nefret hissi uyanmıştı. Artık bu aşk koleksiyonları yapan üzücü, harap edici kadınlardan; âlemi, huzurlarında tapınmak için diz çökmüş görme isteği uğruna bütün aşk heyecanlarını ekmek kırıntıları gibi avuç avuç salondan salona serpen bu üzücü, harap edici kadınlardan nefret etmiştim. Hissediyorum ki bütün kalbim, bütün ruhumla saf, hissî, tabii, samimi ve masum bir aşk özlüyordum; bir aşk, bir sevda ki belirli bir maksattan, her türlü ümitten arınmış olsun!..
Bir sevgi ki itiraf edilmeden, içyüzü bilinmeden, sırları açıklanmadan öylece kalbimde bir yer bulsun ve sevdiğim kadın onu hissetmekle mağrur ve mesut olabilsin… Öyle bir sevda ki beni geceleri yıldızlara karşı dilsiz ve hayran, karanlıklara karşı şaşkın ve kendinden geçmiş bıraksın… Güzel bir müzik dinlerken onunla ağlayayım, dünyanın, tabiatın güzelliklerini onunla seveyim, sevebileyim… Bir kadın ki beni düşündürsün,