Ömer, ne anasına ne de babasına benziyordu. Emine’nin gözleri koyu mavi, Bakır Efe’nin koyu siyahtı. Emine’nin saçları açık sarı, Bakır Efe’nin simsiyahtı.
Efe, esmerdi, adına da Bakır Efe demişlerdi. Emine beyaz, süt beyazdı, saçlarının tatlı sarılığı ak yüzünü daha ılık, daha tatlı, daha ak gösteriyordu. Kasabada da Ak Emine diye anılırdı.
Ömer bu iki zıt renklerin güzelliğini toplamıştı. Gözleri koyu lacivert, saçları kumral, teni buğdaydı. Birbirini sevmeyen, sevmek değil, birbirinin gözünü oymak isteyen bu ana baba bütün zıt taraflarını sanki çocuklarında anlaşıp birleştirebilmişti.
Emine ile Bakır Efe’nin geçimsizliklerindeki esbap3 ne idi? Bu bir değil, birkaç kaynaktan taşıyordu.
Emine densiz, Bakır Efe huysuzdu. Gün geçtikçe birinin hırçınlığı, öbürünün de titizliği artıyordu. Bakır Efe çocukluğunda bile emretmeye, çocukluğunda bile efeliğe alışıktı. Ama Emine de nazlı büyümüştü. O da buyruk kendisinde olsun istiyordu. Bu iki ateş arasında yanan Ömer’di!..
Ömer, daha ikisini doldurmadan karı koca yataklarını ayırmışlardı. Babası Ömer’i kendi döşeğine çekiyor, annesi kucağından ayırmamak için çırpınıyordu. Ömer annesinin yastığına başını koyarken, babasının kolları onu çekip alıyor, babasının koynunda mışıl mışıl uyurken onu annesi çekiyordu ve Ömer bu arada eziliyor, eziliyordu…
Anasının tekrar odaya girdiğini gören Ömer, oynadığı kedi yavrusunu bırakmıştı.
Fıslar gibi “Ana…” dedi. “Babam mı geldi?”
Emine, onu kollarının arasına aldı, sıkı sıkı bağrına bastırdı:
“Gitti Ömer, gitti…”
“Niye bağırıyor gene?”
Ömer’in göz pınarları dolu dolu, ince bükük sesi dokunaklıydı.
Bu yaşlı gözler, bu dokunaklı ses Emine’nin yüreğini sızım sızım sızlattı.
“Korktun mu Ömer?”
“Yok ana korkmadım… Babam bana kötü demez ki… Sana çıkışıyor da tasam o…”
Emine Ömer’i uyutmak ister gibi sallıyordu:
“Vah Ömer’im!.. Benim biricik Ömer’im!”
Fakat ana oğlun böyle baş başa kalışı, dert yanışı çok sürmeyecekti. Bakır Efe, az sonra tekrar gelecekti. Belki de ilkinden daha hiddetli, daha şiddetli gelecekti. Emine, onun niye tutulduğunu bilmiyordu. Kahvede, çarşıda kim bilir kime kızmıştı da gelip Emine’den mi hınç alacaktı? Yoksa tarladaki rençperlerden alamadığı hiddetini Emine’den mi çıkaracaktı? Emine yalnız bir şeyi anlayamamıştı. Her vakit odalardan birine çekilir, kendi kendine söylenerek oturur ve çocuğun uyanmasını beklerdi. Bugün neye tekrar sokağa çıkmıştı?
Bakır Efe gün kararırken eve geldi. Gözleri dönük, suratı asıktı. Kapının gürültüsünü duyan Ömer, babasını karşıladı. Bakır Efe oğlunu kollarından tutup kaldırdı, yüzünden, gözünden, yanaklarından, boynundan, bileklerinden öptü.
Sanki bir dakika evvel yüzünden düşen bin parça olan adam odeğildi, neşeliydi, onu görenler âdeta gülüyor derlerdi. Biraz sonra Emine de taşlığa çıkmıştı. Efe’nin rengi deviriverdi. Ömer’i ağır ağır yere bıraktı. Karısına dişleyen, ısıran bir sesle haykırdı:
“Dün gece Fakı Hasan’ın kızı buraya gelmiş!”
“Geldi idi, ne olacak?”
Bakır Efe, yumruğunu salladı:
“O kahpe buraya adımını atmayacak demedim mi? Bahtı varmış, ben rastlamadım. Yoksa kırardım o uğursuz ayaklarını!”
Karısı onun köpürmesine hiç aldırmıyordu:
“Ayşe, neden kahpe oluyormuş? Kahpeliğini gözünle gördün mü?”
“Gözümle görmedim emme kulaklarımın duyduklarını ne ideyim?”
“Elin ağazı torba değil.”
“Niye herkes için söylemiyorlar?”
“Neler diyorlar?”
“Hacı Şakirgillerin güveysi Sarı Süleyman söyledi. Ayşe kahpesini yerdi, yerdi de lafı tasımına getirip dün seni kadına misafir gitmiş dedi… Ne ağzı karadır o… Artık kasabada bilmeyen, duymayan bir tek kişi kalırsa şu bıyıklar bana haram olsun!”
Sağ eliyle bıyıklarının burulu uçlarını koparacak kadar çekiyordu:
“Ettiğin haltı gördün mü bir yol?”
Emine sinirlerini idareye uğraşan bir ihtiyatla cevap verdi:
“Misafir… Kovamazdım ya…”
Bakır Efe taşları kıracakmış gibi topuklarını yere vuruyordu:
“Sen yüz veriyorsun! Sen yüz veriyorsun! Senden yüz bulmasa gelemez.”
“Sen gene kavga arıyorsun…”
“Senin bir suçun yok!..”
Bakır Efe bunu söyler söylemez ilerledi. Emine’yi saçlarından yakalayıp dövecek, yerlerde sürüye sürüye tekmeleyip tokatlayacaktı. Fakat karısına fazla yaklaşmadı, geriledi.
Ömer, aralarına girmiş, küçük ellerini uzatarak yalvarıyordu:
“Buba… Etmeyindi… Etmeyindi Efe!”
Bakır Efe’nin, dirseğine vurulmuş gibi kalkan eli düşüvermişti.
“Ömer… Sen git… Bağda biraz dolan… Haydi Ömer, sıyrıl ayaklarımın dibinden… Var, dolaş…”
Ömer boynunu bükmüş, gözleri nemli, babasına bakıyordu. Efe’nin fazla zıddına gitmenin çocuk aklı ile bile fenaya varacağını anlamış, korkudan sesini çıkarmıyordu. Dizleri titreye titreye gitti, iç avlunun kapısını açtı, dışarıya çıktı. Fakat bağa doğru yürümedi, orada, kapının yanında, tümsek taşların üzerine oturdu, başını duvara dayadı.
O çıkar çıkmaz müthiş bir tokat şakırtısı ve tiz bir kadın çığlığı kopmuş, taş avluyu akislerle doldurmuştu. Ömer, yüreği ağzında, alt dudağı titreyerek korkak korkak bakındı, elini göğsüne bastırdı, çarpınan kalbini sıktı. Gözlerinden sessizce dökülen iri taneler, yanaklarında pırıltılı birer iz bırakarak çenesinden mintanına damlıyordu. Taşlıkta tokatlar, tekmeler hiç durak, ara vermiyor, Emine’nin feryatları kâh yorgun bir soluk gibi çıkıyor kâh acı bir boğukluk alıyordu. Ömer, daha fazla dinleyemedi, kalktı gözlerini sile sile bağın yolunu tuttu, kapının yanında oturup dinlediğini, duyduğunu anasının bilmesini istemiyordu, zaten buna babası da kızacaktı.
Ömer bağın ortasında avare dolaşıyordu. Güneş gölgelerle kütükleri taraya taraya çekilmişti. Gökyüzünün esmerliği gittikçe koyulaşıyor, kurşunilikler kararıyordu. Bu sinsi sinsi basan akşam karanlığı, bağın boşluğu, ıssızlığı, vahşi bir ıslık gibi ovayı kıvrıla kıvrıla dolaşan rüzgâr, Ömer’i korkutmuyordu.
Korku hissinin kalbine gelebilmesi için başka şeyler düşünmemesi lazımdı. Hâlbuki o, küçük kafası göğsüne düşmüş, hayalindeki seslere dalmıştı. Dayağı