Serseri arkadaşlarıyla vakit öldürdüğü günlerin birinde Mağrip diyarından, yani güneşin battığı yerden gelen bir ihtiyar, yanlarına yaklaşarak oğlanları, özellikle de Alâeddin’i dikkatli gözlerle incelemeye başlamış. Meğer bu adam, Faslı bir büyücüymüş ve sihir gücüyle dağları birbiri üzerine bindirebilirmiş. Kendisi aynı zamanda da bir müneccimmiş. Alâeddin’i bir süre gözlemledikten sonra şöyle düşünmüş:
Arayıp bulmak için ülkemden ayrıldığım o şeyi elde edebilmek için işte böyle bir delikanlıya ihtiyacım var!
Derhâl civarlardaki çocuklardan birini yanına çağırmış ve ona Alâeddin hakkında sorular sormaya başlamış.
“Bu çocuk kimin oğlu?” demiş ve hakkında iyiden iyiye bilgi topladıktan sonra Alâeddin’in yanına giderek:
“Oğlum, sen Terzi Mustafa’nın oğlu musun?” diye sormuş.
“Evet efendim. Ama babam uzun zaman önce vefat etti.”
Bu sözleri duyan büyücü derhâl, Alâeddin’in boynuna sarılmış ve onu öpmeye başlamış. Bu arada gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyormuş. Adamın bu hâlini gören Alâeddin:
“Neden ağlıyorsunuz efendim? Hem siz benim babamı nereden tanıyorsunuz?” diye sormuş.
Yumuşak, duygulu bir sesle söze başlamış Mağribi: “Sen nasıl benim kim olduğumu soruyorsun? Ben senin babanın kardeşiyim. Uzun zamandır sürgündeydim. Buraya döndüğümden beri de babanı arar dururum. Onunla konuşmayalı o kadar zaman oldu ki… Şimdi de kendisinin vefat ettiğini duydum. Ama ‘Kan kanı çeker.’ dedikleri kadar varmış doğrusu. Seni o çocukların arasında gördüğüm anda tanıdım. Gerçi ben buradan ayrıldığımda baban evli bile değildi.”
Büyücü, terzinin zavallı yetimine, “Oğlum Alâeddin, babanın cenazesini kaçırdım, kendisiyle buluşup hasret gidermek, acı dolu sürgün yıllarımın ardından bir parça da olsa teselli bulmak istiyordum. Ölmeden önce son bir kez de olsa onu görmek isterdim. Ama yazgımızdan kaçamayız, değil mi? Kim yüce Allah’ın düzenine karşı gelebilir ki zaten?” demiş ve onu bir kez daha göğsüne bastırarak devam etmiş: “Ah benim oğlum! Artık senden başka hiçbir tesellim yok şu hayatta. Baban yerine sen varsın artık benim için; çünkü sen onun evladısın ve şu hayatta geride bir evlat bırakan adam aslında hiç ölmemiştir!”
Büyücü, sözlerini bitirdikten sonra cebinden on altın çıkarmış ve Alâeddin’e vererek:
“Peki oğlum senin evin nerede, annen, kardeşimin dul kalan eşi şimdi ne yapar?” diye sormuş.
Bunun üzerine Alâeddin, onu evine götürmek üzere ayağa kalkmış. Bu arada büyücü şunları söylüyormuş:
“Oğlum, bu parayı annene götür ve ona selamlarımı ilet. Kendisine benim -yani amcanın- sürgünden döndüğümü ve Allah’ın da izniyle yarın kendisini ziyaret edip kardeşimin hayatını sürdürdüğü evi görmek istediğimi söyle.”
Alâeddin, koşa koşa annesinin yanına gitmiş. Her zamanki umursamaz hâlinin aksine derli toplu bir biçimde girmiş içeri. Zaten yemek vakti haricinde eve gelmek gibi bir alışkanlığı da yokmuş. Büyük bir heyecanla anlatmaya başlamış annesine:
“Anneciğim sana sürgünden dönen amcamın müjdesini vereceğim. Bol bol selam söyledi sana.”
“Ah oğlum!” diye karşılık vermiş annesi. “Benimle dalga mı geçiyorsun? Bu amca da kim Allah aşkına? Nereden çıktı?”
“Ne demek nereden çıktı? Şimdi benim bu hayatta amcam ya da akrabam yok mu hiç? Söylemek istediğin bu mu? Babamın kardeşinden bahsediyorum. Bana sarılan, beni öpen, gözyaşlarıyla bağrına basan adamdan… Sana bunları söylememi o istedi.”
“Aslına bakarsan senin bir amcan vardı ama kendisi uzun zaman önce vefat etti. Başka da bir amcan yok bildiğim kadarıyla.”
Büyücü, ertesi sabah Alâeddin’i bulmak üzere yola koyulmuş. Ondan uzak durmaya gönlü razı gelmiyormuş bir türlü. Böyle böyle şehrin sokaklarında, caddelerinde dolaşmaya başlamış. Nihayet onu bulduğunda delikanlı, hayta arkadaşlarıyla birlikte oyalanıyormuş her zamanki gibi… Mağribi, yine onun yanına yaklaşmış, elini tutmuş ve iki dinar uzatarak:
“Bu parayı alıp derhâl annenin yanına git ve ‘Amcam akşam yemeğine bize gelecek.’ de. Bize şöyle mükellef bir sofra hazırlasın. Ama önce bana sizin evinizi bir kez daha gösteriver.” demiş.
“Başım gözüm üstüne amcacığım!” deyip önden yürüyerek evine giden yolu göstermiş Alâeddin. Sonra da büyücü kendi yoluna gitmiş zaten. Alâeddin yine pürtelaş eve girmiş ve annesine parayı vererek:
“Amcam yemeğe bize gelecek.” demiş.
Annesi, derhâl pazara gidip öteberi satın almış. Sonra da komşularına uğrayıp tencere, tabak vesaire alıp yemek hazırlamaya koyulmuş. Akşam yemeği vakti geldiğinde de Alâeddin’e:
“Oğlum, yemek hazır ama belki amcan evin yolunu bilmiyordur. Hadi git de onu karşılayıver.” demiş.
Alâeddin’in, “Başüstüne!” demesiyle kapının çalınması bir olmuş. Büyücü, lezzetli meyveler ve şarap taşıyan bir köle eşliğinde kapıdaymış. Delikanlı, adamı içeri almış. Köle de yoluna gitmiş.
Büyücü, sözde yengesini selamlamış ve ağlamaya başlayarak:
“Kardeşim nereye otururdu?” diye sormuş.
Kadın, kocasının oturduğu yeri gösterdiğinde büyücü orada secdeye kapanmış ve yeri öperek:
“Ah ben ne zavallı, ne şanssız adamım! Çünkü seni kaybettim. Kardeşim, gözümün nuru…” demiş.
İşte bu şekilde feryat figan ağlamış. Gözyaşları içinde dövünmekten yorulduğu anda da bayılıp yere düşmüş. Bu görüntü, Alâeddin’in annesini, adamın samimiyetine ve doğruları söylediğine ikna etmeye yetmiş. Kadın, büyücünün yanına gitmiş ve onu yerden kaldırarak:
“Böylesine kendinizi hırpalamanızın ne anlamı var?” demiş.
Bir müddet kendisini teselli ettikten sonra da büyücüyü divana oturtmuş. Adam kendine geldiğinde de önüne yemek tepsilerini koymuş. Mağribi konuşmaya başlamış:
“Hayatınız boyunca beni görmediniz. Rahmetli abim de size hiçbir şey söylememiş anladığım kadarıyla. Bir anda karşınıza çıkmam sizi çok şaşırtmıştır eminim. Kırk yıl önce buralardan ayrıldım, Hint diyarlarıyla Sind diyarlarını gezdikten sonra Mısır’a gittim. Bu müthiş ülkede bir süre kaldıktan sonra da güneşin battığı ülkeye, Fas’a gittim. Orada da bir otuz yıl kadar kaldım. Evimde yalnız başıma oturduğum bir gün, ülkemi, doğup büyüdüğüm yeri ve rahmetli abimi özlediğimi fark ettim. Onu görme isteğim o kadar şiddetliydi ki ağlamaya başladım. Yabancı bir ülkede tek başıma kalmak ve kardeşimi görememek