Sözün kısası, muhterem bir korku!
“ÂMİN” E DOĞRU
Ben bu muhterem korkunun hemen hiç tesirsizinden, birdenbire en korkuncuna; bu en korkuncundan yine birdenbire hafifine, hafifinden orta dokunaklısına uğrayarak karşılarında zedelenmiş bir hâlde durduktan sonra senelerce tatlı sertine tutuldum.
Bu beş eğitim merhalesinin birincisi, hiç tesirsiz olanı, geçen gün yine bu başlığı taşıyan makalemde size huyunu ve kıyafetini biraz anlattığım komşu Hoca’nın korkusu idi.
Elif direk gibi, b tekne gibi, öğretim usulünün sonu değilse de ona yakın bir mevsimi olduğunu kabul ediyorum. Ben komşu Hoca’nın evine gire çıka, elini öpüp duasını ala ala günün birinde elimi Hoca’ya kaptırdım.
Mektep, Sofular Tekkesi çevresindeki yapılardan biri idi. Tekkenin ağaçlıklı, daima güzelce düzenli, bölümlere ayrılmış bahçesinin hamama bakan köşesinde koyu kurşunî boyalı, yüksek, altında yan yana bakkal, aktar dükkânları bulunan bir yapı idi.
Ben, bu yapıyı günde belki beş on defa dışından görürdüm. Fakat içerisine girmemiştim. Gir deseler de birdenbire dalacak derecede niyetli bulunmuyordum. Bir gün bakkaldan çocukluk pisboğazlığı, iğde mi aldım, yoksa fındık mı, her ne ise kuru yemişlerden biri olacak, geveleyip dururken Hoca’yı gördüm. Derhâl yemişleri cebe indirdim.
“Hoca Efendi öpeyim!” dileği ile örtülü olduğu hâlde elimi uzattım. Verdi; öptüm. Fakat bu defa her zamanki gibi elimi bırakmadı. Yakışıklı bir kişi olduğu için gülümsemeleri ile daha alımlı, daha bir çekici olurdu. Birkaç adım el ele gittikten sonra bana dedi ki:
“Sen daha mektebe başlamayacak mısın?”
Muhakkak biliyorum ki ne evet dedim, ne hayır… İşte o zaman, bu zaman bende bu hâl alışkanlık hâline geldi. Bilmediğim, sonunu göremediğim suallere cevap vermem.
Mektebin kapısına kadar o vaziyette yürümüştük. Hoca burada:
“Haydi yukarı çıkalım! Gel biraz otur, yine git!” dedi. Hemen boyun eğdim. Girdik. Yine el ele idik. Dikçe bir merdiven! Sağ yanı üzerinde açılmış büyük pencerelerle aydınlık, dokuz on basamak çıktıktan sonra sol taraftaki dar bir sofadan, iki kanadı ardına kadar açık bir kapı vasıtasıyla geçerek geniş bir odaya geçtik. İlk bakışta gördüm. Küçük küçük rahleler önünde, minderler üstünde oturmuş ben kadar on beş, yirmi çocuk sessiz sessiz okuyorlar. Bunların ortasında her zaman görüp tanıdığım, fesinin üzerindeki yeşil sarığının ucu dışarıya püskürmüş gibi duran, Hoca’nın arada sırada giydiği şal taklidi kumaş, sopaları kalın hırkası gibi hırka giyen, fakat ensesi daha enli, katmerli, daha derin görünen, yüzü pek az çopur olduğu hâlde Hoca’nın yüzünden daha güleç, enli dudaklarını, misvaklı, beyaz, iri dişleriyle beraber meydana vuran; kesik, kumral bıyıklarının her iki ucu hep kısa kestirdiği çevirme sakalının üzerine binen Mümin Kalfa geziniyordu.
Hoca Efendi beni kendi yerine kadar götürdü. Bu esnada çocukların hepsi de bana bakıyorlar, içlerinden oyun arkadaşlarım olanlar gülümsüyorlardı.
Hoca’nın yeri, kapıdan girilince ta karşıya gelen içi sedir döşeli, önünde diz çökmüş bir çocuğun çenesi seviyesinden bir iki parmak alçak, geniş bir rahle bulunan kafessiz bir cumba, etrafı yastıklı, zemin döşemesinin üzeri büyücek bir pösteki ile örtülü bir çıkıntı, âdeta kuytu bir yerdi. Kendisi rahleyi çekti, sedirine geçti, bana da rahlenin sağ tarafındaki ufak bir minderi göstererek:
“Şuraya otur!” dedi, oturttu.
Anladım. Küçüktüm ama cin gibiydim. Hoca, beni mektebe konuk getirmişti.
Hoca oturduktan, bana yine gülümseyerek baktıktan sonra:
“Tebareke cüz’ünü okuyanlar!” diye bağırdı. İki üç çocuk ellerinde cüz’ler, gelip rahleye sıralandılar. Galiba bunlar “üçüz”düler. Üçü de hep beraber okudu. Onlar kalktı. Diğerleri geldi, onlar da okudu, kalktı.
Hoca yine bağırdı. Bu defa da “Mushaflılar” geldiler. Bunlar birer birer okuyorlardı. Hem de okumaları çok sürdü. Ben de yerimde kurtlanıyordum. Bunlar da bitince mi, yoksa biraz daha mı durduk, Hoca kalktı, ben de kalktım. Yine elimden tuttu; uyuşuk bacaklarımla yürüyordum. Mektepten çıktık. Zaten evimiz otuz kırk adım ötedeydi. Ben bizim eve, Hoca kendi evine ayrıldık.
Çat, kapı açıldı. Anamda bir surat. Sert sert bir sual:
“Sen neredeydin bakayım?”
Rahmetli anam dövmezdi ama, fena hâlde gözümü yıldırmıştı da ondan korkardım.
“Söyle diyorum, neredeydin?”
“Şeyde idim…”
“Yine o viranede, değil mi?”
“Vallahi değil…”
“Sus yemin etme… Ben sana yemin etme, ‘İnan olsun’ de diye kaç defa tembih ediyorum… Dur şunun ağzına bir…”
“Anneciğim, inan olsun, Hoca Efendi beni mektebe…”
Birdenbire Hoca’dan sert çıkmış olan kadın, Hoca Efendi der demez kesildi, yavaşladı…
“Hoca Efendi beni mektebe götürdü.”
“Onu söylesene! Mektepte ne yaptın?”
“Hiç… Beni yanında oturttu… Çocuklar geldiler, okudular…”
“Beğendin mi?”
Buna eninde sonunda bütün manalarıyla beraber iyi bir manaya gelmeyen “menfi” cevap veremezdim.
“Beğendim, hem de Hoca Efendi kimseyi dövmedi.”
“Okuyanı, uslu duranı neden dövsün? Aksine, sever. İstersen seni mektebe başlatayım.”
Meğer anamın: “İstersen seni mektebe başlatayım.” demesinin bir hikmeti varmış. Bu hikmeti ben Dârüşşafaka’yı bitirdikten sonra anlayabildim. Her kimden ise duymuş. “Çocuk kısmı zorla okumazmış, heves olmalıymış…” Bunu, ben o yaşta ne bileyim? Bilseydim “Başlatma!” der, o gün bugün bu yüzden kurtulamadığım okumak belasından kurtulurdum.
Evet, öyle söylediydi. “İstersen seni mektebe başlatayım.” Bu söz, ruhumda bütün “âmin” gürültüleriyle birlikte çınladı. Rahmetli siyahi Sütninem de benim her işime karışırdı. Yine karıştı.
“Hanım, bana böyle dese ben gider başlarım. Âlâ, yeni elbiseler, başta altınlı, nazarlıklı fesler, ayakta gıcır gıcır potinler… Yan tarafında sırmalı cüz keseler… Kim istemez! Sana yumuşak ve kabarık bir minder yaparım, oturdun mu başın tavana değer! Herkes de maaşallah der. Hem okuyanın ağzı misk kokar. Çünkü her gece uykuda melekler öper.” (Anneme dönerek):
“Hanım, benim oğlum hiç istemez olur mu? Bakın ben okumadım da yüzüm böyle kapkara kaldı.”
“İstersin değil mi oğlum?”
Biraz evvel provasında bulunduğum, dayak, sopa, sille tokat görmediğim de yardım ettiği için:
“İsterim.”