Bir kızın burnundan kanlar fışkırdığını, bir oğlanın kulağında kıpkızıl bir yara açıldığını kendi gözleriyle gören bir çocuk, hocanın vurduğu yerde açılacak gül sözünden ne kadar hakikat kokusu alabilir? Çocukları, şefkate en ziyade muhtaç, merhamete müstahak oldukları bir çağdan, onların ileride mesut yaşamaları sebeplerini hazırlamak için yapılmış olan mektepte böyle hissiz bir yobazın işkenceleriyle ağlatıp inletmek, zavallı masumlara Tuba ağacı gölgesinde cehennem azapları çektirmeye benzer.
Bu hoca beni mektepten, okuyup yazmadan son derece soğuttu. Evet, daha onlara hiç ısınmadan soğuttu, nefret ettirdi. Ertesi gün bu mektebe yine uşakla gönderildim; fakat uşakla yan yana, arkadaşça yürüyerek değil, onun sırtında tepine tepine, hüngür hüngür ağlayarak…
Yine hocanın uykusu gelince, ben dünyaya ağlayarak gelip, ahirete sakin olarak gittiğimiz gibi kaçtım ve doğruca beni çok seven, sayısız suçlarımda koruyan küçük amcam Ethem Bey’in evine sığındım. Onun korumasıyla bir daha Hafız Osman cehennemine gönderilmeyeceğime dair teminat almadıkça da evimize dönmedim.
Bir buçuk sene kadar serbest kaldım. Galiba yaramazlıklarıma yavaş yavaş annem de alışmış olmalı ki komşu mektebe de göndermekte ısrar etmedi.
Gerçi ben elime geçen her şeyi bazen bozmak, kırmak niyetinde bulunmadan bozuyor, kırıyor idiysem de; bir evde daima affedilen sabıkalı bir suçlu bulununca herkes masum kesildiğinden, başkalarının kaza ile kırıp bozdukları şeyler de bana yükletiliyordu. Emsalsiz yaramazlıklarımdan, ziyankârlıklarımdan bir ikisini söyleyeyim:
Babamın alacak verecek defterinde bazı rakamların etrafına mürekkeple daire hâlinde çizgiler çevrildiğini görmüştüm. Bunların her alacak alınınca makbuz; borç verilince ödenmiş işaretleri olduğunu bilmediğimden alınmamış bütün alacak, verilmemiş borç hesaplarını bu suretle kapatmıştım.
Mithat Paşa merhumun Yıldız Sarayı’ndaki bilinen muhakemesinde, hâkimler heyetine reislik eden Sururi Efendi, Niğde’de naip yani kadı iken her ne sebeple ise, onunla beraber mutasarrıf da dâhil olmak üzere, idare meclisinin bütün tabi ve seçim sonucu seçilmiş üyesi muhakeme altına alınmış, babam da tabi üyeden olduğu için o meselede kendisini müdafaaya yarayacak vesikaları toplamak üzere, haremdeki odasında bütün evrakını sedir üzerine yayarken, acele bir müzakere için selamlığa Kadı’nın geldiğini haber verdiklerinden, kâğıtları o hâlde bırakarak gitmiş. Arkadan ben girdim. O zamanlar şimdiki gibi damga pulları yoktu. Hüccet, mazbata, arzuhâl, senet gibi şeylere mahsus damgalı kâğıtlar vardı. Açık olan mazbataların yazıları altına basılmış sıra sıra mühürleri görünce, çarşıdaki bir hakkâkın böyle birçok mühürleri, küçük bir vitrinin camına yapıştırmış olduğu hatırıma geldi. Babamın tırnak makasını bulmakta gecikmedim ve hemen işe başladım. Beraat mazbatalarının, alacak senetlerinin damgalarını, mühürlerini birer birer keserek pencere camına yapıştırdıktan sonra, gelip yaptığım marifetleri görmesi için anneme koştum. Zavallı kadın, mazbataların, senetlerin feci hâlini; camdaki mühürleri, damgaları görünce, neye uğradığını bilemeyerek ben “Aferin yavrum ne iyi yapmışsın.” diyeceğini beklerken:
“Ulan ne yaptın?” diye bir çığlık kopardı. Soluğu amcamın evinde aldım. Amcam, suçlarımın ne olduğunu ve annemin çığlıklarından çok korktuğumu anlayınca: “Sen bu gece burada yat. Ben gider, ağabeyimle görüşür, suçunu bağışlatmaya çalışırım. Fakat bu seferki suçun çok kötü ve zararlı, sakın bir daha yapma.” dedi. Niğde’de o zaman bir ana mektebi bulunsa ben orada koşar, oynar, eğlenir; hiç farkına varmaksızın birçok şeyler öğrenir, böyle zararlı yaramazlıklarda bulunmaya vakit bulamazdım.
Bu hakkâk taklitçiliğinden bir müddet sonra babamın memuriyeti Isparta Livası’na değiştirilerek, mahfeler içinde oraya gittik. Isparta’da oturduğumuz mahallenin bir tarafına tabut, teneşir konulan mektebinin hocası Niğde’deki emsalsiz Hafız Osman gibi değil, bizim komşu mektebinin hocası gibi bir adam olmakla beraber ben, o mektebe de layıkıyla devam etmediğim için aylarca serserice gezdikten sonra, nihayet babamın ricası üzerine usule aykırı olarak “Mülazım sınıfı talebelerinden!” sıfatıyla rüştiye (ortaokul) mektebine kabul edildim.
Mektebin yazı hocası meşhur hattat (galiba ‘Bektaşi Hoca’ denilen mübarek adam) beni ayrıca okutacak, yazdıracak ve ben hükûmet konağı civarındaki bu mektebe her gün babamla beraber gidecek, onunla beraber dönecektim; öyle oldu. Bu hoca, kendini bana sevdirmenin ve bendeki okuyup yazma nefretini gidermenin yolunu buldu; babamla küçük amcamdan sonra en çok sevdiğim adam bu oldu. Benim sülüs yazılarım mektebin dördüncü sınıfı (birinci sene) talebelerinin yazılarından daha kötü değildi: Her sene mektebin gerçek talebelerinden sonra beni de imtihan ettiler ve onlara verildiği gibi, bana da her sene başka renkte kırmızı, yeşil ve sarı kâğıtlara basılmış tahsinnameler (takdirnameler) de verdiler. Çok yazık ki birkaç ay sonraki imtihanda sınıfa gireceğimden memnun oluyorken, babamın memuriyeti Antalya olarak değiştirildi.
Isparta’dan, şiddetli bir poyrazla savrulan karlar arasında, her tarafı keçelerle kapatılan mahfeler içinde ulu ve karlı dağlardan geçerek gittiğimiz Antalya’yı, limon ve portakal ağaçlarıyla zümrüt gibi bir cennet hâlinde bulmaktan çok memnun oldum ve ilk defa orada gördüğüm denizden pek heyecan duydum. Antalya’yı doya doya gezip her tarafını layıkıyla görmeden rüştiye mektebine verildim.
Birinci hoca; “Isparta rüştiye mektebinin mülazım sınıf talebelerinden Hâzim Efendi dersine çalışıp liyakat gösterdiğinden, işbu tahsinname ita kılındı.” yazılı matbu ve hocalar tarafından mühürlü vesikayı görünce:
“Tuhaf şey.” dedi. “Isparta mektebinde bir de mülazım sınıfı mı açıldı?”
“Hayır.” dedim. “Orada benden başka mülazım yoktu. Bu sene orada kalsaydım mektebin dördüncü sınıfına girecektim.”
Hoca efendi biraz imtihandan sonra:
“Burada da dördüncü (yani ilk) sınıfa kaydederiz, merak etme.” dedi ve öyle oldu.
Antalya’nın bence hepsi yeni, hepsi cazip birçok güzelliklerinden dolayı mektebe az çok muntazam devamım iki ay bile sürmedi.
Birkaç ay içinde erkek arkadaşlardan çok kız dostlarım, altıyı buldu. Ben onlarla birleşip oynamayı, onlarla gezip eğlenmeyi ve denize pek yakından; küçük limana biraz uzaktan hâkim olan yüksek bir yerdeki kayalar arasına oturarak, denizin değişik görünüşlerini seyretmeyi her şeye üstün tuttuğumdan, mekteple ilgiyi büsbütün kestim.
Babam, beni mektebe devam ettirmenin yolunu bulmakta çaresiz kalınca, hiç olmazsa Kur’an’ı bir defa olsun hatmetmem için, evimizde her sabah Kur’an okuduktan sonra, kendisiyle beraber gidip gelmek üzere beni tahrirat (yazı işleri) kalemine mülazım (stajyer) tayin etti. Ben, hoca ile beraber her gün birer cüz okumak suretiyle Kur’an’ı bir ay içinde bitirdiğimden, mübarek sayılarak bir hatim duası yapıldı.
Babamın fazlaca sevgisi neticelerinden biri olmak üzere on iki yaşıma kadar, o yaşıma uygun okuma ve yazma öğrenmediğim gibi, sünnetim de gecikmişti. Sünnet düğününde karyolamı altı kız arkadaşımın çevirmesi, davetli hanımların dikkatlerini çekmiş, manalı gülümsemelerini mucip olmuştu.
O yıllarda Konya valiliğinde bulunan sabık Sadrazam (Harbiye Mektebinde Softa lakabını alan) Esat Paşa devir ve teftiş suretiyle Antalya’ya geldi.
Paşa, vazifesi münasebetiyle babamı her gün görüyor ve diğer memurlardan fazla iltifat ediyordu. Her akşam belirli saatte atla deniz hamamına giderken bizim sokaktan geçtiği