Leyla: Yalnız beni kutlulamak yetmez. Doktoruma da teşekkür etmek lazım.
Necmi: Elbette… Sabih Bey’e hem teşekkür hem tebrik borçluyuz… Çünkü bu görülecek ve şaşılacak bir şey! İstanbul’da iken, hele kış içinde, ne fena bir hâlde idin… Şimdi ne kadar iyileştin…
Sabih: Biraz evvel hanım efendiye de söylemiştim; sağlık ve hastalıkta doktorlardan evvel keramet vücuttadır. (tekrar kapının zili)
Saniha: (bakarak) A, a… Atiye teyzem…
Necmi: Ne söylüyorsun Allah aşkına? Lakin daha bir gün evvel ölü gibi yatıyordu: Mutlaka ölmüştür de cadı olmuştur. (hep kalkarlar; Atiye aldırışsız, erkek tavırlı bir kadındır.) Aman halacığım… Mutlak ahiretten geliyorsunuz… (Hepsi elini öper, hatır sorar.)
Atiye: Amanın susun çocuklar! (nefes nefese, çok terlemiş) Hele durun… Burasını buluncaya kadar neler çektim, nerelere gittim… Vapurdan çıktım, bir saattir dolaşıyorum. Biraz nefes alayım… (koltuğa oturur, mendiliyle yelpazelenir)
Saniha: (masadan bir Japon yelpazesi alıp vererek) Necmi daha şimdi sizin pek hasta olduğunuzu söylüyordu. Ev doktorlarla dolu imiş, siz yatakta kendinizi kaybetmiş bir hâlde bulunuyormuşsunuz…
Atiye: Evet, evet. Öyle idim. Fakat sesinizi çıkarmayın diyorum ya, korkarım sonra nazar değer. Bir gün evvel yatakta ölü gibi yatarken bir gün sonra katana beygirleri gibi kalkıp yalnız başına adalara gelmek yalnız benim yapabileceğim bir iştir. İki günün içinde, böyle ölüp dirilmek Allah’ın en sevgili kullarına bile nasip olmamıştır. Bütün doktorların ağzı iki karış açık kaldı. Hepsinin boynu altında kalsın ya!
Saniha: (hemen) Leylacığımı tedavi eden Sabih Bey’i takdim edeyim de doktorlar için, dilinizi sakınarak kullanınız. Teyzeciğim. (Hem konuşmaya dalar hem de Şadan’ın getirdiği çiçekliğe çiçekleri yerleştirir)
Atiye: (bakarak) Dilimi sakınarak kullanmak mı? Niçin o? Bunun için mi? Onu ben, senden iyi bilirim kızım. Hem şu kadarcıktan tanırım. Sen merak etme yavrum… Değil mi Sabık Bey? Siz beni belki pek bilmezsiniz ama ben sizi pek eskiden tanırım. Vefada peder ve valide merhumlarla komşu idik… Siz o vakit mektebe gider gelirdiniz… Kız kardeşiniz iyidir inşallah…
Sabih: Kız kardeşim sizlere ömür, hanımefendi…
Atiye: Ya! Allah size ömür versin. (Saniha’ya) Görüyorsun ya, yani o da benim evladım demektir. Hem canım, isterse yabancı olsun. Ahirete gittim geldim diye huyumu değiştirecek değilim ya. Sen benim ne dobra sözlü ne yordamsız ağızlı bir kadın olduğumu yeni mi öğreneceksin? Çünkü (Sabiha dönüp) oğlum ne çektimse yalnız doktor denilen o Allah’ın gazabı heriflerin sebebinedir… Bu yaşıma kadar hastalık nedir bilmezdim… A, herifler az kaldı beni mezara gönderiyorlardı a kardeşler… Eşek herifler!
Leyla: Aman teyzeciğim… (Saniha gülün bir tanesini Leyla’nın başına takar.)
Sabih: Yok, müsaade buyurunuz, efendim rica ederim. İhtimal hakları vardır. Bakalım işi bir defa anlayalım da hükmü sonra veririz değil mi?
Atiye: İşte bu sözlerden anladım ki siz de onlar gibi sersemin biri değilsiniz. Makul bir adama benziyorsunuz… Efendim, Necmi’nin hakkı var, evet öldüm öldüm de yeniden dirildim. Âdeta bir cenaze gibi yatağın içine uzattılar, yatırdılar. Gelen doktorların hiçbirisi de bir şey anlamıyordu. Onlara: “Ne oluyorum, neyim var Allah aşkına… Bu nasıl hastalık? Hiç olmazsa, ne olduğumu öğreneyim!” diyordum. Cevap olarak: “Sinir… Sinir…” diyorlardı.
Necmi: Zaten doktorlar bir hastalığı anlamadılar mı, hemen sinir derler çıkarlar…
Sabih: Pek yanlış da değil sanki…
Atiye: Hasılı kımıldayamayacak bir hâle geldim. Yemeye içmeye zayıfladım, zayıfladım, o derecede ki artık öleceğime kendim de inanmaya başladım.
Necini: (kalkar ona doğru giderek) Ben öğleden evvel geldim, sizi o hâlde görünce yeis ile döndüm.
Atiye: Ulan bana inandıramazsın ya… Yeni camideki dükkânlara nihayet kavuşacağım diye ne kadar sevinmişindir kim bilir?
(Şadan kahve getirir, dağıtır)
Necmi: Aman halacığım!
Atiye: (kahveyi alarak) Her neyse, ne diyordum? Ha… Nihayet bu sabah erkenden, uyandığım vakit kendi kendime düşündüm, mutlak beni geberteceklerdi, kurtulmak için ne yapmalıydı?
Saniha, Leyla, Necmi: Aman! Ey, ey, ey…
Atiye: O vakit, birdenbire vücudumda büyük bir yay kurulur gibi oldu… Yumruklarımı sıktım. “Siz iyi etmiyorsunuz ha, öyle ise ben kendim iyi olayım da siz görünüz!” diye haykırarak “ya Allah!” dedim, bir sıçradım… Ayağıma bir terlik taktım, başıma bir örtü attım, odadan dışarı fırladım… Haydi paldır küldür merdivenlerden aşağı… Kendimi sokakta bulur bulmaz koşmaya başladım.
Şabih: Allah Allah!
Atiye: Koştum, koştum, koştum… Koştukça gözlerim açılıyor, vücuduma kuvvet geliyordu… Nihayet yine eski katana Atiye oluyordum. Hasta bakıcılar, uşaklar, hepsi beni deli oldu zannetmişler… Arkamdan peşime düşmüşler… Hâlbuki ben deli değil iyi olmuştum… Vapur iskelesine gelince bir etrafıma baktım… Oh hayat ve dünya varmış! İşte o vakit anladım… İnsan için vücudu sağlam olarak bir nefes almak bile ne derin bir saadet!
Necmi: Elbette… Elbette… “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…”
Atiye: Bu sefer bu hastalıkta şunu öğrendim ki bir insan her sabah yatağından uyanıp da vücudunu sağlam bulunca, ilk işi hemen Allah’a şükretmek olmalı…
Necmi: Aksi olacak ya ben sabahları uyanınca, en evvel böyle bir sabah yatağımda ölmüş veya mezara gömülmüş bulunacağımı düşünürüm. (Saniha Leyla’yı göstererek rica ile göz kırpar)
Atiye: A, üstüme iyilik sağlık a dostlar! Herifler beni “sinir” diye diri diri götürecekler mezara yatıracaklardı yahu… Neyse ellerinden canımı kurtardım ya… Şimdi buraya sizin başınıza bela geldim.
Saniha: Aman teyzeciğim, o nasıl söz?
Atiye: Yo, sözün doğrusu bu… Fakat ne olursa olsun, ister memnun olunuz, ister olmayınız… Bu yaz sizde, buradayım… Hava değiştireceğim… Şimdiye kadar rahmetlinin sebebine Sarıyer Sarıyer diye o murdar köye takıldım kaldım, buraları âdeta cennete benziyor vallahi çocuklar… Vapur Sarayburnu’nu döndü, içimde bir ferahlık, ferahlık ki sormayınız… Hele şu çamların güzelliği yok mu? Şu güzelliğe bakınız…
Saniha: Teyzeciğim, bu lütfunuz için size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Ana kız Leylacığımla beraber hele o hasta iken nasıl yalnız, nasıl kimsesiz idik… Bizi âdeta yeniden dirilteceksiniz…
Sabih: (Saatine bakarak kalkar.) Vakit uçuyor, haydi Leyla Hanım… Enjeksiyonu yapalım da vapuru kaçırmayayım.
Leyla: Vay, o ne o, yine gidiyor musunuz? Bugün kalacaksınız diye seviniyordum.
Sabih: Benim için de bu bir saadettir; fakat İstanbul’a dönmeliyim… Vazife…
Leyla: Oh vazife, daima vazife… Bu insanı bıktıran vazife… Hiç sevmiyorum. Ne vakit sizden bir ricada bulunsam, dikkat ettim, hep olamaz diyorsunuz. Ama hep vazife bahanesiyle…
Sabih: