Cehennem gibi berbat bir geceydi. Tüm şiddetiyle gök gürlüyor, gökyüzü alev alır gibi şimşek çakıyor, soğuk ve amansız bir rüzgâr öfkeyle ıslık çalarak kocaman bir toz bulutunu kaldırıyor ve kırlardaki tüm ağaçları çatırdatıp gıcırdatıyordu.
Pinokyo, gök gürültüsünden ve şimşekten müthiş korkardı. Ama açlığı, korkusunu bastırdığı için kapıdan çıkıp koşmaya başladı. Sıçrayarak yüz adımda, tıpkı bir av köpeği gibi dili dışarıda, soluk soluğa köye vardı.
Ama köy kapkaranlık ve ıpıssızdı. Dükkânlar kapanmıştı; evlerin kapıları, pencereleri kapalıydı ve sokaklarda tek bir köpek bile yoktu. Sanki ölüler diyarı gibiydi.
Pinokyo, aç ve umutsuz, bir evin kapısındaki çıngıraklı zile yapıştı ve uzun uzun çalmaya başladı. İçinden:
“Mutlaka biri açmalı.” diyordu.
Gerçekten de başında gece takkesiyle, bir küçük ihtiyar kapıyı açıp huysuz huysuz bağırdı:
“Gecenin bu saatinde ne istiyorsunuz?”
“Bana birazcık ekmek verme iyiliğinde bulunmanızı…”
“Bekle de birazdan döneyim.” diye yanıtladı, karşısında sükûnet içerisinde uyuyan iyi insanları rahatsız etmek için gece gece zilleri çalan o baş belası çocuklardan biri var zanneden küçük ihtiyar.
Yarım dakika sonra pencere açıldı ve küçük ihtiyarın sesi, Pinokyo’ya bağırdı:
“Başını eğ, şapkanı çıkar.”
Pinokyo hemen küçük başlığını çıkardı. Ama çıkarmasıyla koca bir leğen suyun, başından aşağı dökülüp onu sanki bir vazo dolusu solmuş sardunya çiçeğiymiş gibi sulaması bir oldu.
Bir civciv gibi ıslak, yorgunluktan ve açlıktan bitkin, eve döndü. Ayakta duracak hâli kalmadığı için, sırılsıklam, çamurlu ayaklarını kızgın kor dolu maltıza uzatarak çöktü, oturdu.
Oracıkta uyuyakaldı. Uyurken tahtadan ayakları alev aldı; usul usul önce kömür, sonra da kül oldular.
Pinokyo, ayakları sanki kendinin değil de bir başkasınınmış gibi horul horul uyumaya devam ediyordu. Nihayet, gün doğumuyla birlikte uyandı. Çünkü kapı çalınıyordu.
“Kim o?” diye sordu esneyerek ve gözlerini ovalayarak.
“Benim.” diye yanıtladı bir ses.
Bu, Geppetto’nun sesiydi.
VII
Geppetto, eve döner ve kendi kahvaltısını Pinokyo’ya verir
Zavallı Pinokyo’nun gözleri hâlâ uyku mahmuruydu ve tamamen yanmış olan ayaklarının farkına henüz varamamıştı. Bu yüzden, babasının sesini duyar duymaz hemen sandalyeden atlayıp kapının sürgüsünü açmak istedi ama iki üç kez sendeleyip, boylu boyunca yere serildi.
Yere çarparken çıkardığı gürültü, beşinci kattan aşağı düşen bir çuval kepçenin çıkaracağı gürültünün aynısıydı.
“Aç kapıyı!” diye bağırıyordu bu sırada Geppetto sokaktan.
“Babacığım, açamıyorum.” diye yanıtlıyordu kukla ağlayıp yerde debelenerek.
“Niçin açamıyorsun?”
“Çünkü ayaklarımı yemişler.”
“Kim yemiş ayaklarını?”
“Kedi.” dedi, yerde tahta kıymıklarını oynatarak eğlenen kediyi gören Pinokyo.
“Aç diyorum sana.” diye tekrarladı Geppetto. “Yoksa eve girince yediririm o kediyi sana!”
“Ayaklarımın üzerinde doğrulamıyorum. İnanın buna. Ah zavallı ben! Hayatı boyunca dizlerinin üzerinde yürümek zorunda kalacak olan zavallı ben!”
Geppetto, tüm bu sızlamaların başka bir haylazlık olduğunu zannetti ve buna bir son vermeyi aklına koydu. Duvara tırmanarak pencereden eve girdi.
İlkin, ağzını açıp gözünü yummak niyetindeydi. Ama sonra zavallı Pinokyo’sunu ayaksız kalmış, yerde uzanmış yatarken görünce yumuşayıverdi. Onu kucağına alıp öpmelere, okşamalara, tatlı sözlere boğmaya koyuldu ve yanaklarından parlak yaşlar süzülerek:
“Pinokyocuğum benim! Nasıl oldu da yandı ayakların?” dedi.
“Bilmiyorum, babacığım. Ama şuna inanın ki cehennem gibi bir geceydi ve ben yaşadığım sürece hatırlayacağım. Gök gürlüyordu, şimşek çakıyordu ve de ben çok acıkmıştım. Konuşan Cırcır Böceği bana dedi ki ‘İyi oldu, hak ettin sen bunu.’ Ben de ona ‘Bana bak, Cırcır Böceği!..’ dedim. O bana ‘Sen bir kuklasın, kafan tahtadan yapılma.’ dedi. Ben de ona bir çekiç fırlattım. O hemen oracıkta ölüverdi ama kendi hatasıydı. Çünkü ben onu öldürmek istememiştim. Nereden mi belli? Maltızın kızgın korlarına çömleği oturttum. Yumurtadan çıkan civciv ‘Görüşmek üzere… Evdekilere de çok selamlar.’ dedi. Açlığım giderek artıyordu. Gece, takkeli küçük ihtiyar pencereye çıkıp bana ‘Başını eğ, şapkanı çıkar.’ dedi. Sonra kafamdan aşağı bir leğen su boşalttı. Birazcık ekmek istemiştim, bunda utanılacak bir şey yoktur, öyle değil mi? Hemen eve döndüm. Çünkü hâlâ çok ama çok açtım. Kurulanayım diye ayaklarımı maltıza dayamıştım ki siz geri döndünüz. Ben de bir de baktım, yanmışım. Hâlâ da açım ama artık ayaklarım yok. Ühü! Ühü! Ühü! Ühü!”
Zavallı Pinokyo, avazı çıktığı kadar öyle bir ağlamaya başladı ki sesi, beş kilometre uzaktan bile duyuluyordu.
Geppetto, tüm bu karmakarışık sözlerden tek bir şey anlamıştı: Kukla açlıktan ölmek üzereydi. Üç tane armut çıkarıp verdi ona.
“Bu üç armut benim kahvaltılığım olacaktı. Memnuniyetle veriyorum sana onları. Hadi ye onları. Ağzına sağlık.”
“Onları yememi istiyorsanız lütfen kabuklarını soyun.”
“Kabuklarını mı soyayım?” diye şaşkınlıkla yanıtladı Geppetto. “Böylesi zor beğenir ve damak tadına düşkün olmana, çocuğum, asla inanmazdım. Hiç iyi değil! Bu dünyada çocukluğundan alışık olmalıdır insan, ne bulursa yemeye. Çünkü başına ne geleceği hiç belli olmaz. Dünyanın bin türlü hâli var!..”
“Hiç kuşkusuz doğrudur söyledikleriniz.” diye ekledi Pinokyo. “Ama ben kabukları soyulmuş olmadıkça hiçbir meyveyi yiyemem. Tahammül edemiyorum kabuklara.”
İyi yürekli adamdı Geppetto. Bir bıçak çıkarıp ya sabır çekerek, üç tane armudu soyup kabuklarını masanın bir köşesine bıraktı.
Pinokyo, ilk armudu iki lokmada bitirip koçanını atacaktı ki Geppetto kolundan tuttu.
“Atma onu. Bu dünyada her şeyin yaradığı bir iş vardır.”
“Ama koçanı gerçekten de yemem!” diye bağırdı Pinokyo yılan gibi kıvrılarak.
“Kim bilir? Dünyanın bin türlü hâli var!..” diye sakin sakin tekrarladı Geppetto .
Üç koçan, pencereden fırlatılıp atılmak yerine, masanın bir köşesine, kabukların yanına konuldular.
Armutlar bir çırpıda yenilip yutulunca Pinokyo upuzun bir esnedi ve sızlanarak:
“Hâlâ açım ben!” dedi.
“Ama çocuğum, benim sana verecek başka bir şeyim kalmadı.”
“Gerçekten