İşte, Siyeç! İşte aslan gibi kuvvetli cesur ve mağrur Kazakların kuvvet aldıkları yuva! Buradan hürriyet fikri ve Kazak âdetleri Ukrayna’nın ta uzaklarına kadar yayılır!
Süvariler büyük bir meydana geldiler. Burada mutat olarak meclis toplanıyordu. Şimdiki hâlde gövdesi çıplak bir Kazak burada büyük bir fıçının üzerine oturmuş dikkatle gömleğini tamir ediyordu. Meydanı geçtikten sonra mızıkacılarla tıkanmış bir yola girdiler. Genç bir Kazak göğsünü açmış, kollarını gelişigüzel başına koymuş, elleri havada hararetle dans ediyordu. Bir taraftan dönüyor ve ardı arası kesilmeden bağırıyordu:
“Mızıkacılar hızlı çalınız, durmadan çalınız! Sen de Toma! Rakı için hasislik etme, arkadaşlara, canları ne kadar isterse rakı ver.”
Bir kavga neticesinde gözü şişmiş olan Toma, gayet büyük kadehlerle arkadaşlarına ve oraya gelen herkese bol bol rakı ikram ediyordu. Dört yaşlı Kazak, genç arkadaşıyla kısa adımlarla dans ediyorlar, kendilerini birdenbire yanları üzerine atıyorlar ve hemen mızıkacıların başları üzerine düşüyorlar, nihayet gümüş mahmuzlu ökçelerini kuvvetle şakırdatarak sert toprak üzerine atılıyorlardı.
Hafif rüzgâr bu halk danslarının sesini kırlara dağıtıyor, “hopaks trepaks” denilen bu raksın ökçe vuruşları, mahmuz şıkırtıları ahengini teşkil ediyordu.
Bilhassa bir Kazak, ötekilerinden ziyade bağırarak şeytan gibi çırpınıyordu. Göğsü açık, koyun derisinden elbisesi arkasındaydı, kollarını bile geçirmişti. Alnı ter içinde idi. Taras ona bir dakika baktı ve ceketini çıkarması için bağırdı. Adam cevap verdi:
“Kabil değil!”
“Niçin?”
“Kabil değil! Çünkü neyi arkamdan çıkarırsam doğrudan doğruya meyhaneciye gider!”
Bu yiğit doğru söylüyordu: Külah, kemer, işlemeli mendil hepsi meyhaneciye gitmişti.
Kalabalık dans edenler yeniden yeniye dans edenlerin gelmesiyle artıyordu. Genç ihtiyar bütün bu adamların hâline bakanlar ve bu cesur adamların Kazak dansı dedikleri ve danslar içinde en çılgın ve en sürükleyici olan bu dansın son derece çabuk ve delice hareketlerini görenler, istemeyerek teessür duyuyorlardı. Taras bu manzaradan heyecana gelmişti, yola düzüldüğü sırada dedi ki:
“Vallahi beygirim olmasaydı ben de onlara katılacaktım.”
Taras’la oğulları yolda giderlerken cesaretlerinin telkin ettiği hürmet ve eski kahramanlıkları sebebiyle ekseriya Siyeç’in reis intihap ettikleri ihtiyar Kazaklara tesadüf ediyorlardı.
Taras, bu Kazak gruplarındaki hemen birçok arkadaşını tanıyordu. Ostap’la Andre gruplardan gelen hayret seslerini anlamak için başlarını her dakika kâh sağa kâh sola çeviriyorlardı. Bu seslere babaları neşeli neşeli cevap veriyordu:
“Sen misin koca Peçeriça! Bonjur Kozolup!”
“Taras seni hangi rüzgâr buraya attı?”
“Ya sen, Dolofo nereden geliyorsun?”
“Bonjur Kırdıyağa! Bonjur Gusti!”
“Remen seni tekrar göreceğimi zannetmiyordum.”
Doğu Rusya’nın bütün bu karışık köşelerinde şerefle, şanla kanlarını dökmüş olan bu ihtiyar muharipler, kardeşçesine birbirlerini kucaklıyorlar ve yekdiğeri hakkında sorular soruyorlardı:
“Kasiyan ne oldu?”
“Ya Borodavka, Koloper, Pitsitok?”
O zaman Taras öğrendi ki Barodavka Tolopan’da asılmış, Koloper Kizikirmen’de diri diri çengele vurulmuştu. Pitsitok’un da kesilmiş başı tuz dolu bir fıçı içinde İstanbul’a gönderilmişti!
İhtiyar Bulba başını önüne eğdi, birçok defa tekrar etti:
“Her üçü de cesur Kazaklardı!”
III
Bulba ile oğullarının Siyeç’e geldiklerinden beri bir haftaya yakın bir zaman geçmişti.
Askerî talim iki kardeşin pek az bir zamanını alıyordu. Yaşadıkları muhitte ne nazariyeden ne disiplinden ne de herhangi bir talimden bahsolunmuyordu. Gençler iş görerek kendi kendilerini terbiye etmeye yani muharebe ateşi içinde yaşayarak bir şey öğrenmeye mecburdular. Zaten bu sebepten dolayı Kazaklar hemen mütemadiyen harp hâlinde bulunuyorlardı. Nadiren muharebe etmedikleri kısa zamanlarda harp sanatında ileri gitmeye çalışmayı beyhude addediyorlar, nihayet ok atma talimi yapıyorlar, at yarışları tertip ediyorlar veyahut stepte vahşi hayvanları avlıyorlardı. Lakin tabiatları alicenaplık ve cömertlikle dolu olduğu için zamanlarının büyük bir kısmını eğlencelerle, ziyafetlerle geçiriyorlardı.
Siyeç daimî bir bayram manzarası arz ediyordu. Dans gürültüsünün sonu gelmiyordu. Kazakların pek azı bir sanatla meşguldü, bazıları ufak mikyasta ticaret yapıyor ve küçük bir barakada çalışıyordu. Lakin çoğu, her gün sabahtan gecenin geç vaktine kadar, yani ceplerinde para şıkırtısı kalmayıncaya kadar, içki ile eğlenmeye devam ediyorlardı. O suretle ki ellerinde silah, ne kazandılarsa dükkâncıların, meyhanecilerin cebine naklolunuyordu.
Bu çılgınca eğlenceler her şeye rağmen bir dereceye kadar cazipti. Bu eğlentiler işret buharıyla dertlerini unutmak için sarhoşların toplandıkları sefil meyhaneleri hatırlatmıyordu, bilakis şeytani bir neşe ve canlılık alabildiğine hüküm sürüyordu. Yeni gelenler eskiden alakadar oldukları şeyden büsbütün ayrılıyor, dünya gözlerine görünmüyor ve evvelce orada oturanlar gibi evsiz, ailesiz ve rabıtasız hürriyetten ve daimî eğlenceden başka bir şey düşünmeyerek samimi bir arkadaşlık hissine kendilerini kaptırıyordu. İşte bu bir tanecik muhit, başka hiçbir sebebin hasıl edemeyeceği çılgınca bir neşe meydana getiriyordu.
Tembel tembel toprak üzerine uzanmış olan Kazak grupları içinde herkesin birbirine anlattığı hikayeler ve bir kısmını diğer bir kısmıyla münakaşaya sevk eden muhavereler19 ekseriya çok tuhaftı ve o kadar tatlı idi ki bunların karşısında hissiz kalmak, hatta göz kırpmak için hakikaten Zaporog ırkını temyiz eden soğukkanlılığa malik olmak lazım gelirdi. Tabiat bugün bile güneydeki Rusları diğer Ruslardan tamamıyla farklı bir hâlde bulundurmaktadır.
Bütün bu arkadaşların neşeleri çok hareketli ve gürültülü idi.
Lakin meyhanelerin hareketlerine ve gürültülerine hiç benzemiyordu. Çünkü meyhanelerde insanlar her şeyi hatta kendilerini bile unuturlar ve nefislerini hazin ve tereddi ettirici20 ihtiraslarına terk ederler.
Burada daha ziyade birbirlerini bulduklarından memnun olan mektep arkadaşlarının samimi meclisi kurulmuş zannolunurdu. Bunlar sınıflarının ve profesörlerinin can sıkıcı derslerinden kaçarak 5-6 bin süvariden müteşekkil gruplar hâlinde çapulculuğa çıkmış ve top oyunlarını mektep avlularında bırakarak yağmacı Tatarlara karşı iyi muhafaza edilmeyen hudutlara doğru atılmış insanlara benziyorlardı.
Öyle hudutlar ki buralarda onları ya yağmacı Tatarlar veyahut yeşil sarıklı Türklerin sert ve durgun nazarları bekliyordu.
Bunları bilhassa muntazam askerlerden ayıran şey şu idi ki kendileri bir kumandanın arzusu ile toplanmamış, belki kendiliklerinden evlerinden kaçarak, analarını, babalarını terk ederek sergüzeşt arkasında koşmak için bir yere gelmişlerdi. Birtakımları da celladın ipinden dar kurtulmuş ve ölüme bedel bu ateşli ve baş