At koştururken biraz kederli idi çünkü annesinin hâli ona çok dokunmuştu. Annesinin yeisini hatırlayarak müteessir oluyordu.
Küçük kardeşi Andre daha uyanık fikirliydi. Zekâsı daha ziyade inkişaf etmişti. Kardeşi gibi zorlamaksızın kendini okumaya verebiliyordu. Daha ziyade sergüzeşt seven bir tabiatı vardı. Ekseriya en hayalî işlere teşebbüs ediyor ve arkadaşlarını da sürüklüyordu. Kendini cezadan kurtarmakta mahareti vardı. Büyük kardeşinin tamamıyla aksine olarak, yakalanır yakalanmaz sükûnetle ceketini çıkarıyor ve kendini haklı çıkarmaya tenezzül etmeyerek dayak yemek üzere yere yatıyor ve affı istemeyi aklına bile getirmiyordu.
Andre’nin ruhu kardeşininkinden daha hisli idi. Genç kalbi tatil esnasında karşılaştığı bir Kazak kızını heyecanla hatırlıyor, bu tatlı hayal, içine işleyen bu sevgi, derslerde zihninden hiç çıkmıyordu. O zaman çok dalgın bir hâlde felsefe derslerini takip ediyor ve bir Kazak’a yakışmayan bu düşüncelerini mektep arkadaşlarından dikkatle saklıyor ve içinin acısını örtmeye çalışıyordu. Çünkü seminerde bulunduğu son senelerde yavaş yavaş arkadaşlarıyla beraber kendini tehlikeli sergüzeştlere atmaktan vazgeçti. Ve mektepten tek başına çıkarak şehrin dış mahallelerinde gelişigüzel dolaşmayı âdet etti.
Buradaki fakirane evleri kısmen örten kiraz ağaçları arasında dolaşıyor, bazen de bugün Kiev’de Eskişehir denilen, küçük, Ruslarla Lehlilerin ve asilzadelerin oturdukları kibar mahallelere dalıyordu. Buralarda bir dereceye kadar mimari kıymeti olan bazı evler bulunuyordu.
Bir gün düşüncelerine dalmış bir hâlde etrafında ne olduğuna bakmaksızın dolaşırken bir Leh beyzadesinin az kaldı arabasının altında kalıyordu. İri bıyıklı arabacı ona dehşetli bir bakışla baktı. Ve oturduğu yerden ona gayet ustaca bir kırbaç yapıştırdı. Genç adam çılgınca bir tehevvürle11 atıldı ve iki eliyle araba tekerleğinin bir sopasını tutarak arabayı durdurdu. Arabacı böyle yaman bir adamla boy ölçüşmeyi gözüne kestiremediği için atlarını kırbaçladı.
Andre tam zamanında tekerleği ellerinden bırakabildi. Fakat arabanın verdiği atalet tesiriyle kendini tutamadı, yüzükoyun çamurlar içine yuvarlandı. O zaman yukarıdan genç bir billuri kahkaha duydu, gözlerini kaldırınca bir pencerenin önünde, kendine gayet güzel gelen bir kadın gördü. Bu kadın, kar gibi beyaz tenli, gayet güzel siyah gözlü idi. Sabah güneşinin ilk hüzmeleri yüzüne vurmuştu. Bütün kalbiyle gülüyor ve bu gülüş onun parlak güzelliğini daha çok arttırıyordu.
Andre biraz sersem bir hâlde orada kalmıştı, hayretinden kendini toplayamıyordu. Yüzüne bulaşan çamurları, ne yaptığını bilmeksizin eliyle silmeye çalışıyor fakat sildikçe bir kat daha yüzüne sıvaştırıyordu.12
Bu derece fevkalade güzel olan kadın kim olabilirdi? Evin kapısı önünde bandura çalan bir delikanlıyı dinlemek için birikmiş uşaklar duruyordu. Hemen onlardan malumat almak istedi. Lakin uşaklardan hiçbiri ona cevap vermeye tenezzül etmedi ve hepsi de onun çamurlu yüzüyle eğlendiler.
Bununla beraber Andre, bu güzel kızın Kovno voyvodasının kızı olduğunu ve muvakkaten13 Kiev’de oturduğunu öğrenebildi.
Andre yalnız talebelerin gösterebileceği bir düşüncesizlikle, ertesi gece duvardan atlayarak voyvodanın oturduğu evin bahçesine girdi. Bir ağaca tırmandı. Ağacın bir dalı evin damı üzerine uzanmıştı. Bu daldan geçerek dama ayak bastı. Bir bacaya gitti, bacadan kendini içeri sarkıttı ve tam genç kızın odasına indi. Oda iki meşale ile aydınlanmıştı. Güzel Lehli kız bu sırada kulaklarından elmas küpelerini çıkarıyordu, birdenbire genç adamı görünce o kadar şaşırdı ki bir söz söyleyemedi. Lakin delikanlının kendi önünde hareketsiz durduğunu ve ellerini bile kımıldatmaya cesaret etmediğini görünce daha dikkatli baktı ve sabahleyin kendini o kadar güldüren seminer talebesi olduğunu anladı. O zaman gülmeye başladı. Çünkü Andre’nin yüzü onu korkutmuyor ve simasının fevkalade güzel olduğu görülüyordu; onun için bütün kalbiyle güldü. Ve bu beklenilmeyen ziyaretçi ile eğlendi.
Güzel genç kız ekser Lehli kadınlar gibi işvekârdı. Lakin şaşaalı derin gözlerinin öyle uzun ve yüreğe işleyen bakışları vardı ki seminer talebesini uyuşturuyordu. Andre nefes alamıyor, kımıldanmaya cesaret edemiyordu. Hâlbuki voyvoda kızı gidip geliyor ve bin türlü işveler yapıyordu. Ansızın ona yaklaştı ve kendi elmaslı tacını onun başına koydu. Sonra küpelerini dudakları arasına sıkıştırarak gayet ince muslinden kenarı kılaptan işlemeli bir atkı aldı. Ve Andre’nin omuzlarına örttü. Andre kendisiyle bu kadar cazibeli ve samimi bir hoppalıkla eğlenen bu sehhar14 kadının önünde ne yapacağını şaşırmıştı.
Şaşkınlığı kendisine çok kaba bir hâl veriyordu. Ağzı yarı açık, genç kızın güzel yüzüne dalıp gitmişti.
Bu anda kapı vuruldu, Andre yerinden sıçradı, kız ona yatağın altına saklanmasını söyledi. Tehlikenin geçtiğine hükmedince oda hizmetçisini çağırdı. Bu, esir düşmüş bir Tatar karısı idi. Ve genç adamı bahçeden geçirerek evden çıkarmasını emretti.
Fakat bu dönüş, eve giriş gibi kolay olmadı; gürültüden uyanan gece bekçisi, Andre’nin bacaklarına müthiş bir sopa indirdi. Her taraftan uşaklar koşuştular ve Andre’ye yumruk yağdırmaya başladılar. O ancak tabana kuvvet vererek ellerinden kurtulabildi.
Bu gürültüden sonra Andre yeniden bu evin etrafında tekrar dolaşmanın tehlikeli olduğuna hükmetti. Çünkü evde uşaklar çoktu. Voyvodanın kızını Katolik kilisesinde bir kere daha gördü. Kız onu tanıdı ve eski bir tanıdık gibi ona gülümsedi, bir kere de sokakta tesadüf etti, ondan sonra hiç görmedi.
Voyvoda şüphesiz şehirden gitmişti. Kızı gözünden kaybettikten sonra onun hatırası Andre’nin yüreğini çarptırıyordu. Kızın penceresinin önünden geçtiği zaman, çok sevimsiz kaba bir simadan başka bir şey görmemişti.
Andre böylece gözlerini atının yelesine dikmiş, düşünüyor ve bir şey görmüyordu. Hâlbuki kendisiyle arkadaşlarını çağıran yeşillik içindeki steplerde hayli ilerlemişlerdi. Süvariler âdeta yüksek otların içinde kayboluyorlardı. Yeşilliklerin üstünde yalnız Kazakların kara kalpakları görülüyordu.
Bulba birdenbire haykırdı:
“Hey yiğitlerim! Papazlar gibi sakin duruyorsunuz. Haydi çocuklarım, düşünceyi bırakınız. Pipolarınızı çekmeye başlayınız. Hayvanları mahmuzlayınız. Bakalım kuşlar bize yetişebilecekler mi!”
Beygirin dizginleri üzerine eğilen üç Kazak, çok geçmeden yüksek otlar içinde kaybolmuşlar, hatta siyah kalpaklarını da kaybetmişlerdi. Çiğnenip yere yatmış olan otlar onların geçtikleri yolu gösteriyordu.
Gökyüzünde yükselen güneş, çoktan beri stepleri, hayat veren ziyasına boğmuştu. Baba ile iki oğlunun ruhunu sıkan bütün hisler gitmiş ve kuşlar gibi yürekleri, ilerlemekten başka bir şey düşünmez olmuştu. O devirde Kazakların geçtikleri bu memleket -ki bugün Yeni Rusya denilir- Karadeniz kıyılarına kadar imtidat ederdi.15 Burası yeşillikle örtülmüş geniş bir çölden başka bir şey değildi. İleri gidildikçe manzara güzelleşiyordu. Sapan demiriyle hiç sürülmemiş olan bu nihayetsiz ova yalnız at nallarıyla çiğnenmişti. Atların ayak izleri balta girmemiş bir ormanda olduğu gibi kaybolup gidiyordu.
Tabiatta hiçbir şey, bu yeşillikler deryasına kıyas edilemezdi. Burada otların narin sapları