“Korkak!” dedi. “Kaçıyor, hem atımı çalarak kaçıyor!”
Şimdi gözlerini savaş yerine çeviriyordu. Fakat çekinerek, hale-canlara kapılarak! Çünkü şu dinmeyen, tükenmeyen gök gürültüsünden savaşa da uğursuzluk bulaştığını seziyordu. Ulu Gökçe’nin dediği gibi Tanrı, asıl Tanrı, son sözünü bu korkunç velvele ile söylemişse, savaşın istikameti değişmişse, galipler ansızın mağlup mevkisine düşmüşse ne olacaktı!
Temuçin’in nemli gözlerinde -tek bir lahza- anası ve karısı titredi, sonra o nemler kurudu, gözler -bütün keskinliğiyle- savaş sahnesi üzerinde dolaştı: Felaket!.. Zafer perisini kucaklamak üzere bulunan cesur ordunun sağ yanı boştu, bir fırka düşman bu boşluğa doğru koşarak orduyu çevirmeye savaşıyordu.
Temuçin, bir an içinde, vaziyeti kavradı, sağ cenahta çarpışan Moğol oruğunun gök gürlemesini duyar duymaz harpten el çektiğini, dinî bir ananeye uyup suya girdiğini anladı.
Filhakika Moğollar, bu münasebetsizliği yapmışlardı. Gökten dökülecek uğursuzluklardan güya korunmak için Altaysu Çayı’na dalmışlardı. Onlar, böyle bir vaziyette harp, zafer, yurt ve ceza düşünemeyecek kadar cahil adamlardı. Babalarından, dedelerinden kalma bir imanla gök gürlerken suya girmenin mutlaka lazım olduğuna inanıyorlardı. Bu sebeple, iki adım önlerinde bulunan zafer perisinin tebessümünü mühimsememişler, başbuğları Temuçin tarafından cezalandırılmak ihtimalini düşünmemişler ve ilk gök gürültüsü kulaklarına çarpar çarpmaz kılıçlarını atarak ve birbirini çiğneyerek suya koşmuşlar, atlarıyla beraber nehrin içine sıralanmışlardı.3
Temuçin, ne şaşmanın ne de kızmanın faydası olmadığını anladı, çarçabuk kendine bir yol çizdi: Savaşa atılmak!.. Alageyiğin alageyik torunu, Yesügey’in oğlu için yapılacak başka bir şey de olamazdı. Eğer o da şu suya giren ötsüzler gibi ortadan çekilirse, evliyalık tasladığı hâlde at çalıp savuşan Ulu Gökçe gibi kaçarsa anası, mutlaka yüzüne tükürecekti. Güzel karısı mutlaka yatağını ayıracaktı, bütün Türk orukları arasında maskara olacaktı.
O hâlde henüz boğuşan askerlerinin başına geçmesi, sonuna kadar vuruşması lazımdı. Temuçin, gözlerini kapayıp açıncaya kadar bunları düşündü ve uzun etekli koyun postu mantosunu bir tarafa attı, kılıcını çekti, “Dayanın kurtlarım, ben geliyorum!” narasıyla ileri atıldı.
Fakat bu hamle nihayet mertçe bir atılıştı, boşa giden bir cesur adımdı. Çünkü suya giren Moğol takımının açtığı gedik, iri ve yiyici bir yara gibi ordunun bir yanını harabeye çevirmişti, bir değil, yüz Temuçin bu yarayı kapayamazdı, vaziyeti düzeltemezdi.
Bununla beraber Temuçin, düşmanlara bile parmak ısırtacak kadar celadet gösterdi. Dört tarafa atıldı, insan kılığına girmiş bir ecel gibi boyuna ölüm saçtı. Onun gözüne ilişen, önüne düşen düşman, ne boyda ve ne kuvvette olursa olsun mutlaka ölüyordu.
Lakin gök gürültüsü şeklinde konuşan Tanrı, biraz evvel Temuçin’in bayrağına doğru ağan zafer yıldızını şimdi beri tarafın başına çevirmişti. Temuçin’in elinde kandan ter döken kılıç Tanrı’nın yaptığını bozamayacak kadar cılızdı!
Şehla bakışlı genç kumandan, belki böyle düşünmüyordu, kılıcının amansız işleyişiyle Tanrı’yı da utandıracağını, elden kaçmış görünen muzafferiyeti yeni baştan yakalayacağını umuyordu. Hâlbuki beri tarafta düşmanın çevirdiği çember, gittikçe sıklaşıyordu. Belki bir saat sonra Temuçin de savaş yerini hâlâ bırakmayan Konkratlarla Konkmarlar da ağa düşmüş balık sürüsü hâline gireceklerdi.
İşte bu sırada yirmi beş yaşlarında bir genç, yaya harp edip de atlılara ölüm dağıtan Temuçin’in yanına yaklaştı:
“Bey!” dedi. “Kapana giriyoruz. Kaçalım!”
Temuçin’in yüzü kıpkırmızı kesildi, avurdu birdenbire şişti, küçüldü ve ağzından iri bir tükürük parçası fırlayıp gencin yüzüne yapıştı, aynı zamanda haykırdı:
“Kaçmak mı! Beni anamın donuyla mı savaşa geldim sandın? Çekil önümden korkak! Yoksa canını alırım!”
Delikanlı, sükûnetle cevap verdi:
“Bugün kaybeden yarın kazanır. Sen de bir yıla varmaz yarağlanırsın,4 öç alırsın. Fakat burada ayak pergidip kalırsan tutsak olursun. Anana, çoluğuna çocuğuna, yurduna uzak kalırsın. Boğazına ip de dolarlar, uba uba gezdirirler. Gel, sözümü dinle, kaçalım!”
Temuçin’in gözünde anası ve güzel karısı belirdi, içinde bir yanış dolaştı. Fakat şu can pazarında hâlâ ve hâlâ kendi için savaşan erleri yüzüstü koyup kaçmayı bir türlü kabul edemedi, inledi:
“Söbütay! Yapamam, kurtlarımı bırakamam!”
Söbütay, gene dil dökmeye, Temuçin’i kaçmak için kandırmaya hazırlanırken yüzü al kan içinde bir genç atlı belirdi. Elindeki kılıç kırılmıştı, üstündeki kısa post ceket parça parça olmuştu, bindiği at duman püskürüyordu, ter içinde idi.
Henüz on sekiz yaşında bir delikanlı olan bu atlı, Temuçin’le Söbütay’ın yanına gelir gelmez haykırdı:
“Dört yanımız sarıldı, postunu kurtaran yiğittir, durmayalım, bir delik açıp savuşalım.”
Söbütay, Temuçin’i gösterdi:
“Bey söz dinlemiyor, yakalanıp ipe vurulmak istiyor. Biz onu nasıl bırakırız Cebe?”
Delikanlı, bu sözü duyar duymaz kaşlarını çattı:
“O gelmiyorsa biz götürürüz, göz göre göre başbuğumuzu tutsak mı yaptıracağız?”
Ve hemen eyer üzerinde eğilerek Temuçin’i belinden yakaladı, bir çocuk kaldırır gibi yerden yükseltti, atın üstüne aldı:
“Haydi Söbütay!” diye haykırdı. “Yürü, yol aç!”
Temuçin, bu umulmaz pazı oyununa karşı ağız açamamıştı, delikanlının kucağında uzanıp kalmıştı. Yalnız homurdanıyor, Cebe’ye ağız dolusu küfür savuruyordu. Fakat o yarı deli bir saldırışla atını sürüyor, Söbütay’ın kılıcıyla açtığı yolda ilerleyip gidiyordu.
Söbütay’la Cebe, kendi beylerini kendi ordularından bir müfreze arasında yakalamışlardı. Yapılan çevirme hareketi, cenah ve merkez gibi harp düzenini temin eden vaziyetleri altüst ettiği için dost ve düşman birbirine karışmıştı. Bu sebeple de Konkratlardan ve Konkmarlardan atı yürük, yüreği pek, kılıcı keskin beş on adam, Söbütay’ın ardına takılmıştı, onun yol açışına müessir5 surette yardım ediyorlardı.
Kaçanlar için hedef, gün batımı olmak gerekti. Zaten ordunun ağırlığı, Temuçin’in anasıyla karısı o tarafta idi. Moğol oruğunun büyük köyü Yilon Buldok’a da o yoldan gidilirdi. Fakat Söbütay, kargaşalık içinde ve hele Temuçin’i kurtarmak gibi çok yüksek bir vazifenin ağırlığı arasında gelişigüzel yürüyordu, bir delik açıp o ölüm kaynağından uzaklaşmaktan başka bir şey düşünmüyordu.
Bu sebeple Moğol yurduna giden yol geride kalıyordu, şu bir avuç kaçak -savaş yerinin sağına düşen- ormana