Fakat bu adamı on iki asırdan beri yaşatan ve sonuna kadar yaşatacağı muhakkak olan meziyet, devrinin yüksek mevki sahibi adamlarına kâtiplik etmesi değildi, eserleri idi. Bu eserlerden elimize geçenler, dört taneden ibaret olmakla beraber onun hakiki hüviyetini bize tanıtmaya kâfi gelmektedir.
İbnü’l Mukaffa’nın İran hükümdarlarının tarihi olan Hüdaname’yi, İranlıların nizamlarından, örf ve âdetlerinden bahseden Âyinname’yi, Kisra Nuşirevan’ın hâl tercümesini anlatan ve kendisi tarafından Tac adı verilen kitabı, Mezdek’ten bahseden ve onun dinini anlatan bir eseri ve daha başka eserleri Farsçadan tercüme ettiğini gerçi biliyoruz. Çünkü Mes’udî, Murucü’z-Zeheb’inde ve İbnü’l Nedim, Fihrist’inde bunlardan bahsetmektedir. Fakat bunlardan biri de henüz elimize geçmemiştir. “Henüz” diyoruz çünkü İbnü’l Mukaffa’nın birkaç eseri ancak yirminci asırda keşfolunmuş ve basılmıştır. Onun için diğer eserlerinin de ele geçmesinden büsbütün ümit kesilmeyebilir. Fakat onun şu dört eseri elimizdedir.
1. El-Edebü’s-Sagîr,
2. El-Edebü’s-Kebîr,
3. Risaletü’s-Sahabe,
4. Kelile ve Dimne.
Bu adamın bütün hüviyetini ve bu hüviyetin büyüklüğünü bize anlatan eserler bunlardır.
El Edebü’s-Sagîr, ahlaka ait ve atasözlerine benzeyen felsefi sözlerden oluşmuştur. Fakat bu sözlerin her biri deney mahsulü olduğu için yalnız edebî bir parlaklık değil, hayat teneffüs eden bir canlılıkla da göze çarpar. Mesela bakınız yazar ne diyor: “Dört şey var ki küçüğünü küçümsememek gerektir; yangın, hastalık, düşman ve borç!” Bu ancak yaşayan ve tecrübe eden bir adamın söyleyebileceği bir sözdür. Yahut şu sözüne bakınız: “Sonunda ziyan getiren kazancı, kazanç; sonunda kazanç getiren ziyanı, ziyan; dostlardan ayrılmak pahasına yaşanılan hayatı, hayat saymayınız!” Bu da ancak zararı ve kazancı çok iyi tanıyan, bunların değerini çok iyi tartan, derin duyuşlu bir adamın sözü olabilir. Abdullah İbnü’l Mukaffa; bu sözleri ister kendisi söylemiş ister Fars filozoflarından almış olsun, hayatında böyle yaşamış olduğu için söylediği sözlere kendi hayatından ruh vermiştir.
Gerçi bu kitabın vecizeleri arasında bağ gözetilmediği ve yazarın karşılaştığı her tecrübeyi en güzel tarzda belirtmekle yetindiği göze çarpmaktadır. Fakat bu düzensizlik de eserin değerinden bir şey kaybettirmiyor.
El-Edebü’l-Kebîr de aynı tarzda yazılmış bir eserdir. Fakat sözler daha uzundur ve vecizeler arasında düzen de gözetilmiştir. Çünkü bu vecizeler bilhassa iki konu etrafında toplanmaktadır. Birincisi hükümdarlara, valilere ve bunlara bağlı olanlara, yani yazarın içyüzlerini yakından tanıdığı kimselere hitap eder. İkincisi bilhassa dostluktan ve dostlardan bahseder. Onun hükümdarlara ve onlarla ilgili olanlara hitap etmeye yetkisi vardı. Çünkü emirlere ve valilere kâtiplik etmiş, bunların dostlarıyla ve düşmanlarıyla temaslarda bulunmuş, bunlarla bazen dost bazen düşman olmuş, Halife Mansur ile amcaları arasında kopan uyuşmazlıklara, ihtilaflara karışmış; bu ihtilaflara, uyuşmazlıklara ait olayları kaydetmiş, bu olaylar esnasında halifenin amcasına danışmanlık etmiş, sonra İran tarihinde bu hadiselerin nice nice eşleriyle karşılaşmış bir adamdı. Onun için bu konuyu tam bir yetkiyle ele almış ve eskilerle yenilerin tecrübelerinden faydalanarak onu tam bir başarıyla yazmıştır. Dostluk ve dostlar bahsi ise onun hayatta en çok sevdiği konu idi. Çünkü ona göre dostluk hayatın belkemiğidir. Dost, insan ruhunun aynasıdır. Sır ancak dosta emanet edilir. Samimiyet ancak dostla ilerletilir. Onun için dost seçmek, hakikaten güç bir iştir ve yazar, dost seçmenin şartlarını açıklarken kılı kırk yararcasına davranır. Fakat bütün hayatı, onun bu şekilde hareket ettiğini ve yazdığına inanarak yaşadığını gösterir. Çünkü kendisi valilerle düşüp kalkan, emirlerle en içten yakınlıklar kuran, tenkit etmek yüzünden hayatta en çetin güçlüklerle karşılaşan, özellikle sosyal bir bozukluğu düzeltmek adına türlü türlü entrikalarla ve dedikodularla savaşan bir adam olduğu için, dostun ancak bu türlüsüne ve en iyisine muhtaçtı.
İbnü’l Mukaffa’nın bu eserinden onu, devrin düzenini tenkit eden ve düzeltmesi için uğraşan inkılapçı hüviyetiyle gösteren eserine yani Risaletü’s Sahabe adlı eserine geçebiliriz.
Bu eserin, o devre göre bir harika sayılması icap eder. Çünkü İbnü’l Mukaffa bu eseriyle on iki asrı aşarak âdeta bizimle konuşuyor hatta bizim devrimizde dahi liberal sayılacak bir dille söz söylüyor.
İbnü’l Mukaffa’nın bu eseri, Halife Mansur gibi şüphelendiği her kimsenin vücudunu ortadan kaldıran bir adama sunmaya cesaret etmesi karşısında hayret etmemek mümkün değildir. Fakat onun eseri bu halifeye sunmuş olduğuna şüphe yoktur.
Yazar bu eseri niçin yazdığını anlatırken vaziyeti şu şekilde özetliyor: “Öyle valiler var ki ortalığı düzenlemeye ehemmiyet vermiyor. Vermek isterlerse de ne yapacaklarını bilmiyorlar. Ne yapacaklarını biliyorlarsa yapmak istedikleri işi başarmaya yetecek irade ve güç sahibi değiller yahut yapacakları işi başarmak için etraflarında yardımcı bulamıyorlar. Çünkü etraflarındaki kimseleri, hükümdar huzurunda sahip oldukları itibar yüzünden atamıyor ve onun için bu kusurları gidermek ve bu kötülükleri ortadan kaldırmak mümkün olamıyor.”
Onun her şeyden evvel düzelmesini istediği şey “ordu”dur ve ona göre, ordunun düzelmesi için alınacak ilk tedbir, ordunun bir kaide veya kanuna uymasıdır. Bu kanun, ordunun bilmesi icap eden her şeyi bildirmeli, askerlerin ne yapacaklarını ve nelerden sakınacaklarını anlatmalı, bütün ordu kumandanları ve eratı bu kanun dairesinde harekete mecbur olmalıdır. Yoksa kanunsuz bir ordu ancak anarşiye yol açar. Ordu, devletin mali işlerine, vergi toplamaya ait faaliyetlere katiyen karışmamalıdır. Çünkü para işleriyle uğraşmak orduyu fesada uğratır. Sonra ordunun başına yetenekli komutanlar tayin etmek, askerin ilmî ve ahlaki terbiyesine önem vermek, ordunun tahsisatını intizam içinde ödemek ve orduyu daima gözetmek ve denetlemek gerekir.
İbnü’l Mukaffa bu konuda tam bugünün adamı gibi konuşmuyor mu? Fakat onun ileri sürdüğü düzeltme çaresi sırf ordu için değildir. Onun, adliye sistemini düzeltmek için anlattıkları ve tavsiye ettikleri de aynı derecede ileridir. Abdullah İbnü’I Mukaffa o zaman adliye sistemindeki anarşiyi de belirtmiş, bu sistemin yalnız fikre dayanmak ve kanuna dayanmamak yüzünden birçok yolsuzluklara fırsat verdiğini anlatmış, onun için âdeta bir medeni kanun lüzumunu ileri sürmüş ve bu kanunun her yerde uygulanmasını istemiştir.
Bu vadide modern bir adam kafasıyla konuşan İbnü’l Mukaffa, devrinin bir yarasına daha dokunuyor ve onu da aynı görüşle inceliyor. Emevîlerin hâkimiyeti devrinde Irak halkı daima suçlu idi ve bu yüzden Emevîler Iraklılara karşı her baskıyı haklı görürlerdi. Emevîlerin Irak halkına karşı yükledikleri suçlamalar hiç olmazsa kısmen Abbasîlerin kafasına da yerleşmiş olduğu ve Iraklıların Ali oğullarını Abbas oğullarına tercih etmelerinden korktukları için onlar da Iraklılara karşı aynı şekilde hareket ediyorlardı. İbnü’l Mukaffa bu yoldaki hareketin doğru olmadığını, Iraklılara karşı uydurulan iftiraların esassız olduğunu anlattıktan başka, Emevîlere bağlılıkları iddia edilerek düşman gözüyle görülen Şam halkına da itimat gösterilmesi lüzumunu müdafaa etmiş ve o zamanın halkını teşkil eden bütün ülkelere de en iyi şekilde davranılmak icap ettiğini izah ederek devleti sağlamlamak ve dâhilî karışıklıkları önlemek için en esaslı çareyi tavsiye etmiş ve İslam devletlerinin çökmesine sebep olan en mühim sebebin önüne