Giriş
Burada bir araya toplanan mitler ve efsaneler her çağda insanların ilgisini çekmiştir ve çekmeye de devam edecektir. Antik dünya, medeniyetimizin ayrılmaz bir parçasıdır ve nesilden nesle aktarılacak bir varlık mirasıdır. Bu dünyada yaşayan her bireyin kültürüne, geçmişine, inançlarına, günlük yaşamına ve insanlık tarihine kopmaz bir şekilde bağlı bu hikâyeler, yüzyıllar önce vücut bulmuştur. Kurgu dünyasının hiçbir yerinde bu hikâyelerle kıyaslanabilecek başka hikâyelere rastlayamayız.
Kim Yunanları, Truva hikâyesini anımsamadan ya da Roma’yı Virgilius’un dünya çapında bilinen Latin destanının kahramanı Aeneas’ı anmadan düşünebilir? Wagner’in müzikal piyesleriyle on dokuzuncu yüzyılda ölümsüzleştirilen Töton halkının en eski edebi kahramanı, efsane prens Siegfried’i tanımadan, Alman medeniyetine dair her türlü kavrayış yetersiz sayılır. Yine aynı şekilde, yarı tarihi bir figür olan, ortaçağdaki bir yığın efsane arasından yüceltilen ve Victoria dönemindeki saray şairlerinin pastoral melodilerinde hayat bulan Kral Arthur’u bilmeden İngiliz medeniyetine dair her türlü fikir, eksik kalacaktır. Bu böylece sürüp gider. Birçok açıdan bir ülkenin mitolojisi ve folkloru, o ülkenin insanları hakkında tarih kitaplarında bulabileceklerinizden çok daha fazla şey anlatır.
Eskilerin hayal gücü pek sınır tanımamıştır. O görkemli zekâsı düşünüldüğünde Athena’nın bile, tanrıların ve yarı tanrıların masalsı hikâyelerini normal karşılaması dikkate değerdir. Bugünse, daha çok okuyor ve merak ediyoruz, bilgiye daha kolay ulaşıyoruz. Yine de tarihimizi yeniden yaşamaktan, bizden yüzyıllar önce yaşayanların yarattığı efsanelerden ve mitlerden zevk almaya devam ediyoruz. Onları yaratan hayal gücüne hayran kalıyoruz. Okurlarına zengin ve görkemli bir harikalar diyarı sunan bu hikâyeler, bizleri büyülemeye devam ediyor.
Zaman sınavından geçerek gelen ve canlılığından yüzyıllardır hiçbir şey kaybetmeyen bu hikâyelerin her birini keyifle okuyacağınızdan eminiz.
İnsanın Dostu Prometheus
Bundan çok uzun zaman önce, Prometheus ve Epimetheus1 adlarında iki kardeş yaşardı. Bu kardeşler, Jüpiter’e karşı savaşan ve aşağı dünyadaki büyük hapishaneye zincirlenen, fakat bir şekilde kaçıp kurtulan titanların oğullarıydılar.
Ancak Prometheus, Olimpos Dağı’nda tanrılarla kalarak aylaklık etmek istemedi, bunun yerine vaktini yeryüzünde geçirerek yaşamlarını kolaylaştırmak ve iyileştirmek için insanlara yardım etmeyi tercih etti. Yeryüzünün çocukları, Satürn’ün yönettiği altın zamanlardaki kadar mutlu değillerdi. Aslına bakılırsa oldukça fakir, sefil ve üşümüş haldelerdi. Sığınak denemeyecek kadar sefalet kokan mağaralarda, aç ve üşüyerek yaşıyorlardı.
Prometheus, eğer ateş olursa en azından vücutlarını ısıtıp yiyeceklerini pişirebileceklerini, daha sonra aletler yapıp evler inşa edebileceklerini ve tanrıların sahip olduğu refahın keyfini sürebileceklerini düşündü.
Böylece Prometheus, Jüpiter’le konuşmaya giderek ondan ateşi dünyaya götürmesine izin vermesini istedi; ancak Jüpiter başını öfkeyle iki yana salladı ve “Ateş ha, öyle mi?” diye bağırdı. “Eğer insanlar ateşi elde ederlerse, çok geçmeden Olimpos’ta yaşayanlar kadar güçlü ve bilge olurlar. Buna asla rıza göstermeyeceğim.”
Prometheus cevap vermedi ama insanlara yardım etme fikrinden de vazgeçmiş değildi. “Muhakkak başka bir yol bulunur,” diye düşündü.
Bir gün sazlıklar arasında yürürken, bir tane kamış kopardı ve içi boş sapının kuru, yumuşak bir özle dolu olduğunu gördü ve bağırdı:
“Nihayet! Ateşi bunun içinde taşıyabilirim ve Jüpiter’e rağmen insanlar bu büyük armağana sahip olabilirler.”
Derhal eline uzun bir sap alarak güneşin uzak doğudaki hanesine doğru yola koyuldu. Sabahın erken saatlerinde, tam da Apollo’nun savaş arabası göklerdeki yolculuğuna başladığı sırada oraya vardı. Kamışı tutuşturduktan sonra, değerli kıvılcımı içi boş sapın içine gizleyerek hemen geri döndü.
Sonrasında insanlara kendileri için nasıl ateş yakacaklarını öğretti ve bu, Prometheus’un hayal ettiği gibi insanların kendileri için mükemmel şeyler yapmalarına neden oldu. Yemek pişirmeyi, hayvanları evcilleştirmeyi, tarlaları sürmeyi, değerli madenleri çıkarmayı ve onları eriterek alet ve silah yapmayı öğrendiler. Karanlık ve kasvetli mağaralarından çıkıp kendilerine ağaçtan ve taştan çok güzel evler inşa ettiler. Üzgün ve mutsuz olmayı bırakıp gülerek şarkılar söylemeye başladılar. “Şuraya bakın, Altın Çağ yeniden geldi,” dediler.
Fakat Jüpiter o kadar mutlu değildi, insanların her geçen gün daha fazla güç kazandığını görüyordu. Onların refahı Jüpiter’i çok öfkelendirmişti.
Prometheus’un yaptıklarını öğrenince, “Demek şu genç titan! Bu yaptıkları için onu cezalandıracağım!” dedi.
Fakat Prometheus’u cezalandırmadan önce, insanoğlunun canını sıkmaya karar verdi. Demircisi Vulcan’a bir topak çamur göndererek ona bir kadın şekli vermesini söyledi. İşi bittiği zaman, yapıtını Olimpos’a götürdü.
Jüpiter diğer tanrıları bir araya topladı ve her birinin bu kadına bir yetenek bağışlamasını buyurdu. Biri ona güzellik, bir diğeri nezaket, bir başkası yetenek, diğeri merak bahşetti ve bu böylece devam etti. Jüpiter’in kendisi de yaşamı sundu ona ve kadına “tüm tanrıların armağanı” anlamına gelen “Pandora” adını verdiler.
Daha sonra tanrıların ulağı Merkür, Pandora’yı alarak onu dağın yanından aşağı, Prometheus ve kardeşinin yaşadığı yere bıraktı.
“Epimetheus, bak burada Jüpiter’in eşin olması için sana yolladığı güzel bir kadın var,” dedi Prometheus.
Buna çok memnun olan Epimetheus, çok geçmeden iyiliği ve güzelliğine hayran olduğu Pandora’yı büyük bir aşkla sevdi.
Pandora yanında Jüpiter’den bir hediye getirmişti: altın bir kutu. Athena, ne olursa olsun açmaması için onu uyarmıştı ancak Pandora, kutunun içinde ne olduğunu merak etmekten kendini alamıyordu. Belki de içinde harika mücevherler vardı, neden boşa gitsindi?
Sonunda, merakını daha fazla bastıramadı. İçine kaçamak bir bakış atmak için kutuyu hafifçe araladı. Birden bir uğultu, bir vızıltı sardı etrafı; kutunun kapağını kapatmasına fırsat kalmadan binlerce küçük, çirkin yaratık dışarı fırladı. Bunlar, azat edildikleri için çok mutlu olan hastalıklar ve dertlerdi.
Dünyanın dört bir yanına uçtular, her eve girdiler ve gittikleri her yere üzüntü ve sıkıntıyı götürdüler.
Pandora’nın merakının sonuçlarını gören Jüpiter nasıl da kahkahalar atıyor olmalıydı!
Bu olaydan kısa bir süre sonra Jüpiter, artık Prometheus’u cezalandırma zamanının geldiğine karar verdi. Güç ve Kuvvet’i çağırarak titanı yakalamalarını ve onu Kafkas Dağları’nın en yüksek tepesine götürmelerini emretti. Daha sonra demir zincirlerle ayaklarını ve ellerini kayalara sıkıca bağlaması için Vulcan’ı gönderdi. Vulcan, Prometheus’a üzülmüştü ancak itaatsizlik etmeye cesaret edemedi.
Böylece insanın dostu düştü; sefil bir halde mahkûm edilmiş ve rüzgârlara karşı çırılçıplak kalmıştı. Bir kartal zalim pençeleriyle gelip ciğerini deşerken fırtınalar onu rahat bırakmıyordu. Fakat tüm bu çektiklerine rağmen Prometheus asla sızlanmıyordu. Yıllar sonra bile acı içinde kıvranıyordu; yine de ne şikâyet etti, ne merhamet dilendi ne de yaptıklarından pişmanlık duydu. İnsanlar onun için üzülüyorlardı ancak ellerinden bir şey gelmiyordu.
Derken bir gün, çok güzel beyaz bir inek dağın etrafından geçerken üzgün gözleriyle Prometheus’a bakmak için durdu.
Prometheus “Seni tanıyorum,” dedi. “Sen İo’sun, bir zamanlar Argos’ta yaşayan saf ve mutlu bir genç kızdın. Jüpiter ve onun kıskanç kraliçesi tarafından bu kılıkta dünyayı dolaşmaya mahkûm edildin. Güneye doğru git, sonra da Nil Nehri’ne varıncaya dek batıya doğru yol al. Orada, hiç olmadığın kadar saf bir genç kız olacaksın yeniden ve oradaki ülkenin kralıyla evleneceksin.