Tarihi dönemlerden kalma ilkel canlıcılığı açık bir şekilde gösteren bir diğer örneğe, Berlin Müzesi’ndeki bir papirüste anlatılan hikâyenin eski bir bölümünde rastlamaktayız. Hikâyede çobanlar, nehir kıyısındaki bir çalılığa saklanmış “bir tanrıça”ya rastlarlar. Korkuyla oradan kaçıp yaşlı bir bilge olan baş çobanı çağırırlar. Bu bilge, tanrıçayı saklandığı yerden büyüyle çıkarır. Ne yazık ki papirüs, tanrıçanın “korkunç görüntüsüyle saklandığı yerden çıkışı” ile aniden kesilmektedir. Ancak bu hikâyeyle, basit “tanrı” teriminin piramit çağında ve sonrasında varlığını sürdürdüğünü tekrardan görmekteyiz.
Bununla birlikte böyle ilkel tanrıların, tarihi dönemlerdeki dinlerde hiçbir rolü yoktur. Bunlar arasından yalnızca, sıradan olanlardan daha çok ilgi görenler ve inanç alanları aileden köye genişleyenler daha sonradan tanrı olarak isimlendirilecektir. Bununla birlikte, resmi veya düzenli bir inancın parçası olmayan böylesi güçler veya “ruhlar”la düzenli olarak adak adanıp kabul edilen tanrılar arasında teorik bir ayrım yapmanın zor olduğunu unutmamalıyız. Aynı şekilde, tapınağı hasırdan ufak bir kulübe olan küçük köy tanrısı ile görkemli tapınaklara, sayısız rahibe ve zengin adaklara sahip “yüce tanrı” arasında gerçek bir fark yoktu. Mısır hayatı hakkında doyurucu bilgiye sahip olsaydık muhtemelen şu gelişim seyrinin izini sürebilirdik: İlk başta yalnızca bir tek köylünün mülkünü korurken aşamalı bir şekilde önce köy tanrısı konumuna terfi eden bir güç veya tapınılan bir put, ardından köyün gelişmesi veya politik başarı sayesinde büyüyen bu şehirde ve daha sonra bu şehir tarafından yönetilen tüm ülkede hüküm sürmüş ve en nihayetinde de tüm Mısır’da tapınılan “yüce tanrı” haline gelmiştir. İleride göreceğimiz üzere, bir sonraki aşama defalarca gözlemlenebilir; ancak bir “gücün” veya “ruhun” tam bir tanrı olarak tapınılmaya doğru ilk gelişim aşamalarının izine yazıtlarda hiçbir şekilde rastlanmamaktadır. Elbette ki bu tanrılaşma süreci, tarihi dönemlerde oldukça seyrek görülen bir şey olmalıdır. Çünkü daha şimdiden gördüğümüz gibi, yalnızca ataların döneminden gelen ilahlar gerekli onayı alabilmişlerdir. Daha basit bir çağda, bir gücün bir tanrıya doğru gelişmesi çok daha kolay olmuş olabilir. Bunun aksine tarihi dönemde buna zıt bir süreç görmekteyiz: Büyük ilahlar bütün tapınmayı ve kurbanları kendi mabetlerine çekmiş ve böylece pek çok yerel tanrının ihmal edilmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla bu tanrılar yalnızca büyüde ve diğer benzer uygulamalarda varlıklarını sürdürmüş veya tamamen unutulmaya yüz tutmuşlardır. Bazı durumlarda böyle bir ilah kültü ve bu ilahların rahiplerinin varlığı, aciz görevdaşını tapınağına eşi veya çocuğu olarak alacak kadar güçlü bir ilahla ilişki içerisine girilmesiyle korunmuştur. Ancak pek çok durumda en üst mertebedeki bir tanrı bile, aynı şehirdeki önemsiz bir rakip inancı, bazen özel bir mahallenin veya kenar mahallelerden birinin koruyucusu olarak hoş görmüştür.
Mısır’ın kırk iki eyaletinin veya idari bölgesinin başkenti aslında, özel bir yüce ilah veya idari bölgenin efendileri veya koruyucuları olan bir grup tanrının merkeziymiş gibi gözükmektedir. Asıl ilahlara bu eyaletlerin pek çoğunda, son döneme kadar tapınılmıştır. Din adamları yerel tapınaklarında sanki bir tek tanrı oymuş veya en azından en yüce ilah oymuş gibi efendilerini övmekteydiler. Daha sonraları bütün doğanın yönetimini ve hatta tüm dünyanın yaratılışını, en önemli evrensel işlevlerin yanı sıra bilhassa güneşin özelliklerini ona yüklediler. Komşu bir eyaletin kendi efendileri için de aynı konumu iddia ediyor olmasından da katiyen rahatsızlık duymadılar. Bu şartlar altında tanrılar veya onların din adamları arasında yazıtlarda açıkça kendini gösteren bir rekabetin olmayışı bize garip gelebilir. Yerel dinlerin bu ilginç tecridini açıklamak için genellikle, bu eyaletlerin her birinin tarihöncesi zamanlarda bir aşiret organizasyonu veya küçük bir krallık olduğu ve bunların ilahi efendisi veya efendilerine daha sonradan verilen önemin ilkel siyasi bağımsızlıktan geriye kaldığı varsayılmaktadır. Çünkü bütün kadim Doğu devletlerinin yerel tanrıları vardı ve bunlara sıklıkla henoteizmi6 anımsatacak bir şekilde tapınılmaktaydı. Ancak bu kırk iki ufak merkezin efendisine yönelik (asıl efendinin bile tapınılan yerel tanrı karşısında ikinci veya üçüncü kademeye düşürüldüğü) henoteizme benzer tapınma, aynı eyaletteki diğer şehirlerin çeşitli yerel tanrılarıyla ilişkili bir şekilde tekrar hatırlandı. Bu durum, her Mısırlının öncelikli olarak bu ilahın özelliği ne olursa olsun kendi “şehir tanrısı”na (veya tanrılarına) tapınmasının beklenildiği bir boyuta ulaştı. Dolayısıyla, daha büyük yerleşimlerin her biri diğer toplulukların tanrılarıyla açık bir ilişki kurmadan kendi yerel koruyucu gücüne veya ilahına taptığından dolayı, muhtemelen ilkel dönemde köy tanrısının şehir tanrısından daha üstün olduğunu ve küçük köy ile aile tanrısının tanınır olduğunu varsayabiliriz. İlk zamanlarda doğa güçlerine hiçbir şekilde tapınılmamış gibi durmaktadır. Böylesi bir durum yalnızca canlıcılık bakış açısıyla açıklanabilir. Bu, aynı zamanda tanrıları tercihen hayvan şeklinde ve diğer ilahların temsil edildiği ilginç put benzeri nesneler şeklinde kabul etme eğilimiyle örtüşmektedir.
Canlıcılığın izlerini taşıyan çok sayıda yerel henoteist inanç, varlığını uzun süre sürdürmüş olamaz. Bireysellik için hiçbir zaman uygun olmayan bir ülkede aile ruhu, topluluğun efendisiyle rekabet edememiştir ve dolayısıyla devlet daha geniş ölçekli olarak kurulduğunda pek çok yerde yerel tanrı kısa sürede sınırları daha geniş veya siyasi