Ogünlerde Deniz Adaları’nda birçok kral hüküm sürüyor, durmadan birbirlerine ya da kendilerine bağlı olan beyliklere savaş açıyorlardı. Günlerden bir gün Arthur’a, Kuzey Galler Kralı Ryons’ın büyük bir ordu toplayıp topraklarını yağmaladığının ve halkının bir bölümünü katlettiğinin haberi geldi. Arthur, bunu duyunca büyük bir öfkeyle ayaklandı ve tüm lortlarına, şövalyelerine ve muhafızlarına kendisiyle Camelot’ta buluşmasını emretti. Orada bir konsey toplayıp turnuva düzenleyecekti.
Toprakların her bir köşesinden şövalyeler Camelot’a akın etti. Şehir, silahlı adamlar ve atlarıyla dolup taşmıştı. Herkes toplanmıştı ki Avelionlu Leydi Lile’den bir haber getirdiğini söyleyen genç bir kadın çıkageldi ve kendisini Kral Arthur’a götürmeleri için oradakilere yalvardı. Kadın, Arthur’un huzuruna çıktığında omuzlarını kaplayan kürk pelerini çıkardı; orada bulunanlar, kızın yanında muhteşem şekilde dövülmüş bir kılıcın olduğunu gördüler. Kral, bu garip görüntü karşısında merakla sessizliğe gömüldü, ancak en sonunda “Genç hanım, bu kılıcı neden taşıyorsun? Kılıçlar senin gibiler için değildir,” dedi. “Ah efendim, onu verebileceğim bir şövalye bulabilsem bana ağırlık ve büyük bir külfet olan bu kılıçtan kurtulacağım. Fakat beni bu yükten kurtaracak kişi güçlü ellere, kötülük ya da ihanet nedir bilmeyen saf bir kişiliğe sahip olmalı. Eğer böyle bir şövalye bulabilirsem, bu kılıcı yalnızca o kınından çıkarabilir. Zira Kral Ryons’ın sarayında bulundum, o ve şövalyeleri tüm güçleriyle kılıcı çekmeye çalıştılar ama başaramadılar.”
“Şövalyelerin en iyisi olduğumu düşündüğümden değil; zira biliyorum ki birçok kez diğerleri tarafından alt edildim, buna karşın beni takip etmeleri için bir örnek oluşturmak amacıyla kılıcı çekebilecek miyim bir bakayım,” dedi Arthur. Bunu söyledikten sonra kılıcı, kınından ve kuşağından tutarak aldı, bütün gücüyle çekmeye çalıştı ama kılıç kının içinde sımsıkı duruyordu. “Efendim, bunun yarısı kadar bile güç sarf etmenize gerek yok, çünkü kılıcı çıkaracak kişi bunu pek az bir güçle de yapabilir,” dedi genç hanım. “Kılıç benim için dövülmemiş. Şimdi baronlarım, herkes şansını deneyebilir,” dedi Arthur. Böylece orada bulunan Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin birçoğu sırayla kılıcı çekmeye çalıştı, ne var ki hiçbiri kılıcı kınından çıkaramadı. “Vah! Vah!” diye haykırdı genç kadın büyük bir kederle, “Burada lekesiz ve yalansız bir yüreğe sahip şövalyelerin olduğunu düşünmüştüm, şimdiyse onları nerede bulabileceğimi bile bilemiyorum.” Arthur, “Onurum üzerine ant içerim ki bu dünyada benim şövalyelerimden daha iyi şövalyeler yoktur, fakat bu konuda bana yardım edemedikleri için son derece hoşnutsuzum,” diye karşılık verdi.
Kral’ın kuzenini katlettiği için bir buçuk yıl tutsak kalmış bir şövalye Arthur’un huzurundaydı. Asil kandan geliyordu, adı Balin’di. Yaptığı yanlışın cezasını on sekiz ay boyunca çektikten sonra baronlar, Kral’dan onu serbest bırakmasını istediler, Arthur da bunu kabul etti. Kılıcı çekmeyi deneyip başarılı olamayan şövalyelerden ayrı duran Balin’in kalbi bu manzara karşısında hızla atmaya başladı, ancak şansını denemekten geri durdu çünkü kaba saba bir şekilde giyinmişti ve diğer baronlarla kıyaslanamazdı. Ne var ki genç kadın, Arthur ve maiyetine veda edip evine doğru yola koyulacakken Balin ona seslenerek “Genç hanım, tıpkı bu beyler gibi bana da kılıcı çekme şansını tanımanız için size yalvarıyorum, her ne kadar perişan giysiler içinde olsam da kalbim onlarınki kadar asildir,” dedi. Genç hanım durdu, ona bakarak “Efendim, sizi böylesi bir derde sokmaya gerek yok, çünkü diğerleri başaramadı. Sizin başarmanız da pek olası görünmüyor,” dedi. “Ah! Sevgili hanımefendi, insanı insan yapan güzel kıyafetler değildir,” diye yanıtladı Balin. Bunun üzerine genç kadın, “Doğru söylüyorsunuz, öyleyse elinizden geleni yapın,” diye cevap verdi. Balin, kınından kolayca çektiği kılıcı gördüğünde büyük bir mutluluk duydu. Kral ve şövalyeler, başarıya ulaşan kişinin Balin olması sürpriziyle afallamışlardı, hatta birçoğu kıskanarak ona karşı öfke duydu. Bunun ardından genç kadın şunları söyledi: “Doğrusunu söylemek gerekirse bulabildiğim en iyi şövalye sizsiniz. Ancak efendim, kılıcı bana geri vermeniz için size yalvarıyorum.”
“Hayır, benden zorla alınana dek onu tutacağım,” dedi Balin. “Kılıcı kendi iyiliğim için değil, sizin iyiliğiniz için geri istiyorum, çünkü o kılıçla en çok sevdiğiniz insanı katledeceksiniz ve kendi sonunuzu hazırlayacaksınız,” dedi genç kadın. “Başıma gelenlere katlanacağım, ancak bedenim üzerine ant içerim ki kılıçtan vazgeçmeyeceğim,” diye cevapladı Balin. Bunun üzerine kız, büyük bir kederle oradan ayrıldı. Ertesi gün Sör Balin, kılıcını kuşanıp sarayı terk ederek macera arayışına düştü; hiç aklına gelmeyen birçok yerde bir dolu macerayla karşılaştı. Girdiği her mücadeleden galip ayrıldı. Arthur ve arkadaşı Merlin, Balin’den daha büyük bir başarıya ya da saygıya layık başka hiçbir şövalyenin yaşamadığını anlamışlardı. Herkes onu “Sör Balin le Savage”, “İki Kılıçlı Şövalye” olarak tanıyordu.
Bir gün Balin at sürerken yol dönemecinde bir çarpı işareti gördü, bu işaretin üzerinde altın harflerle “Hiçbir şövalye bu kaleye doğru at sürmesin,” yazıyordu. Sör Balin bu yazıyı okurken beyaz saçlı yaşlı bir adam çıkageldi ve “Sör Balin le Savage, senin yolun bu değil, bu yüzden dön ve başka bir yol seç,” dedi. Adam, bunu dedikten sonra ortadan kayboldu. Çok geçmeden çok şiddetli bir borazan çalındı, tıpkı bir canavarın ölümünde çalınan borazanlara benziyordu. Balin, “Bu borazan benim için çaldı, ancak hâlâ hayattayım,” diyerek kaleye doğru gitti. Orada onu şövalyelerden ve hanımefendilerden oluşan büyük bir topluluk karşıladı, onun için bir ziyafet hazırladılar. Sonrasında kalenin hanımı, ona “İki Kılıçlı Şövalye, şimdi bir adayı gözleyen şövalyeyle dövüş-mek zorundasın. Çünkü kanunlarımıza göre, buradan ayrılmak isteyen kişi önce dövüşmelidir,” dedi.
“Bu kötü bir gelenekmiş,” dedi Balin, “Fakat madem mecburum, öyleyse hazırım. Atım yorgun olsa da kalbim güçlü.”
“Efendim, kalkanınız sağlam gibi görünmüyor. Size başka bir kalkan vereyim,” dedi şövalyelerden biri. Balin de bu şövalyeyi dinleyip verilen kalkanı alarak kendi armalı kalkanını geride bıraktı. Kıyıya doğru at sürdü, atını bir kayığın içine koyup karşıya geçti. Diğer tarafa ulaştığında genç bir kadın ağlayarak Balin’in yanına geldi. “Ah şövalye Balin, kendi kalkanını neden geride bıraktın? Yazık! Kendini büyük bir tehlikeye attın, çünkü sen kalkanınla tanınıyorsun. Yaşayan hiç kimse cesaret ve gözü pek kahramanlıklar konusunda seninle boy ölçüşemezdi, bu yüzden senin kaderin için yas tutuyorum.”
“Bu ülkeye adım attığım için bile pişmanım, ancak ne yazık ki devam etmeliyim. Başıma ne gelirse gelsin, ister yaşam olsun ister ölüm, kabul etmeye hazırım,” diye cevapladı Balin. Sonra zırhına bir göz gezdirdi, sağlam olduğunu gördükten sonra atına bindi.
Yoluna devam ederken bir kalenin önünde dikilen bir şövalyeyi fark etti. Bu şövalye kızıllara bürünmüştü, kızıl koşum takımı olan bir ata biniyordu. Bu kızıl şövalye, iki kılıçlı adamı gördüğünde bir anlığına karşısındakinin Balin olduğunu düşündü, gelgelelim kalkan Balin’in armasını taşımıyordu. Bu yüzden mızraklarını birbirlerine doğrultup atlarını sürmeye başladılar, birbirlerinin kalkanlarına öyle sert vurdular ki hem atlar hem de adamlar darbelerin etkisiyle yere düştü, şövalyeler birkaç dakika boyunca baygın bir şekilde