Kore ve Çin’de biriyle konuşurken gözlüklerinizi burnunuzda tutmak ayıp karşılanır. Bu yüzden gözlüklerini çıkaran Yeşil Lamba diz çöktü. Ardından yere kapandı. Hükümdara saygı göstermek için yapılan bu hareket, dokuz kez alnınızı yere değdirmenizle tamamlanırdı. Yeşil Lamba, bunu yapayım derken az daha katılaşmış boynunu kıracaktı. Ardından, Göklerin Oğlu unvanını taşıyan İmparator’a hitap etti:
“Efendimiz, atalarımızın sıradan insanlar gibi doğmadığını, tam tersine göklerden indiklerini göstermediğimiz takdirde halk bize saygı göstermeyecektir. Neredeyse yüz on yedi yaşında ihtiyar bir kadın var. Göklerden inen atalarımızı anlatır çocuklara. Onu huzurunuza çağırayım mı?”
“İsmi nedir?” diye sordu Majesteleri.
“Buruşuk Hanım derler adına, ey Göklerin Oğlu,” diye cevap verdi Yeşil Lamba.
“Hemen huzuruma çağır onu,” dedi İmparator, nilüfer işlemeli asasını savurarak.
Bizim Yeşil Lamba pek kurnaz bir ihtiyardı. İmparator’un nazarında daha da yükselmek istiyordu. Bu yüzden yaşlı kadını sarayın bir başka odasında bekletmekteydi. Hemen gidip onu İmparator’un huzuruna çıkardı. Kadın, uzun yıllardır çocukları eğlendirmek için anlattığı hikâyesine başlamaya hazırdı. Dışarıda rüzgârın uğuldadığı ve her yerin karla kaplı olduğu uzun kış gecelerinde bütün aile ateş başına toplanırdı. İşte o zamanlar onun büyükannesi de aynı hikâyeyi anlatırdı. Bir zamanlar Buruşuk Hanım, gül yanaklı genç bir kızdı ama şimdi Pekin’de yaşayan en yaşlı Tatar olmuştu.
Genç kadınlar, yüzü buruş buruş olduğu için ona Buruşuk Hanım diyorlardı. Bir keresinde ihtiyar kadın hikâyesine başlayınca hınzır bir kız, kadıncağızın yüzündeki kırışıklıklar ile çizgileri saymaya koyuldu. Yetmiş dörde gelince ise durdu. Her yaş için bir çizgi olabileceği aklına gelmişti ve her nedense 177 sayısı uğursuz kabul ediliyordu.
Buruşuk Hanım topallayarak içeri girdi. Zaten yılların ağırlığıyla iki büklüm olduğundan saygısını göstermek için eğilmeye kalktığında saray nazırı, katı boynunu eğip dokuz kez yere kapanmasına gerek olmadığını söyledi. Yere kapanırsa bir daha ayağa kalkamayacağından korkuyorlardı. Bu yüzden hikâyesini oturarak anlatmasına izin verdiler.
Konfüçyüs’ten beri şairler ile âlimlerin ve edebiyatçı kadın ve erkeklerin işleyip zenginleştirdiği cilalı Çince dilinde değil, düz Tatarca yani Mançuca konuşuyordu kadın. Ama genel anlatım tarzı oldukça hoştu. İhtiyar kadın, heyecanla ve hoş mimiklerle hikâyesini anlatırken, dinleyenlerin gözleri parlıyordu. İmparator’un Ejder Çehre denen yüzünden memnuniyeti okunuyordu.
Hikâye şöyleydi:
Kore’yi Mançurya’dan ayıran Ebedi Beyaz Dağlar’ın öteki tarafında Göller Ülkesi vardır. Masmavi gökyüzü ve karlarla örtülü dağlar tüm ihtişamıyla tıpkı bir ayna gibi olan bu göllerden birine yansıyordu. Geceleri bu dalgasız ayna, mücevherlerle süslenirdi. Kristal berraklığındaki su ile güneşin doğuşu ve batışı sırasında oluşan güzel renklerinin ünü göklere kadar ulaşmıştı. Gökyüzündeki saraylarda yaşamakta olan üç bakire kız vardı. İşte bu kızlar aşağı inip bu güzel nehrin sularında yıkanmak istiyorlardı.
Göklerin Efendisi dünyaya inmelerine izin verince periler gibi sevindiler. Kendi güzel yüzlerini göl suyunda görmekten hiç sıkılmıyorlardı. Sabahları altın güneşin doğuşu ve bulutlarla sulardaki güzel renkleri izlemek için erken kalktıklarında sanki her taraftan güzel şarkılar işitirlerdi. Ilık rüzgârlar göl yüzeyini dalgalandırdığında neşeyle ellerini çırpar ve akşam yatma vakti gelince kıyıya vuran dalgaların ninnisiyle uykuya dalarlardı.
Bu ülkeye delice âşık olmuş, güzelliğiyle büyülenmişlerdi. Öyle ki eski memleketlerini bütünüyle unuttular. Bir daha göklere dönmeyi hiç istemiyorlardı. Bütün canlılara, bilhassa da saksağanlara karşı pek nazik davranıyorlardı. Bu tüylü hayvanlar insanlara epey alışkındı. Bu sayede genç kızlar onları beslemeye başladı. Ayrıca saksağanı kutsal kuşları olarak seçtiler.
Yukarıdaki mavi gökyüzünü izleyip aşağıdaki mavi sularda yıkanmaya bayılan üç kız kardeş, sık sık göle inerdi. Çakıl taşlarıyla dolu sahilde kaftanlarını çıkarırlardı. Suya en son atlayan daima en küçükleri olurdu. Bir gün, hemen üzerlerinde uçmakta olan bir saksağanı fark ettiler. Sanki onlara vermek istediği bir mesaj var gibiydi. Yaklaşınca kuşun gagasında kan kırmızısı bir meyve olduğunu gördüler. Kızların elbiselerinin olduğu yere inen kuş, bir an bekledikten sonra kırmızı meyveyi en küçük kızın elbisesinin üzerine bıraktı.
Aceleyle sudan çıkan kızlar sahile oturup bu olağanüstü olay hakkında konuşmaya başladılar. Onların gözünde kutsal olan bu kuşun hediyesinin uğurlu bir işaret olduğunu, güzel şeylerin olacağını düşünüyorlardı. Tepelerinde dönüp duran saksağan uçup gitmişti. Paylaşıp yedikleri o leziz meyveyi, göklerden gönderilmiş bir mesaj olarak gördüler.
Bir saksağanın ulaştırdığı bu ilahi armağanla birlikte bakire kızların en küçüğü hamile kaldı ve bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Bebeğe “Altın Aile Kökü” dediler çünkü büyüdüğünde bir hanedanlığın kurucusu olacağından emindiler. Bu çocuk kral olacak ve doğduğu parlak su kenarına atfen Büyük Işık ismini alacaktı.
Genç anne, oğlunu büyütürken ona sıradan ölümlüler gibi olmadığını anlattı. Göklerden gelmişti o. Dolayısıyla her hareketi soylu olmalıydı. Büyüdüğünde insanlar arasındaki anlaşmazlıkları gideren bir barış prensi olacaktı. Tüm dünyaya mutluluk ve refah getirecekti.
Böylece göklere dokunuyor gibi görünen ulu dağların koruması altında çocuk büyüdü. Bu dağ etekleri ile vadilerdeki ışık ve gölge oyunlarını ve göl üzerine yansıyan yüzünü seyretmek en sevdiği şeydi. Bütün bunlar onun için Büyük Koruyucu Ruh’un tebessümü kadar güzeldi.
Fakat zaman içinde sevgili annesi hastalandı ve “ölülerin buzlu mağaraları”na girdi. Bir başına öksüz kalmıştı. Zira diğer iki bakire kız, çoktan uzaklara gitmişlerdi. Çocuk, teyzelerinin nerede olduğunu bilmiyordu.
Dağlarda bir başına kalan çocuk, Fancha yani Göklerde Doğmuş anlamındaki ismi almak ve insanları yönetmek üzere yola çıkmaya karar verdi.
Hemen bir tekne yapmaya koyuldu. Sonra teknesine binip gölün nehre akan kısmından suya açıldı. Kabilelerin birbiriyle kavga etmekte olduğu bir yere vardı. Yaygaraya alışık kaba saba adamlardı bunlar. Sadece kendilerini düşünüyor, diğer insanları hiç umursamıyorlardı.
Ama bu soylu gencin tek başına ve silahsız olarak teknesinin küpeştesine çıkma cesaretini gösterip onları kibarca selamladığını görünce asil görünümü ve gözü pekliğinden çok etkilendiler. Onlara nasıl doğduğunu anlattı. Annesinin ona Göklerde Doğmuş diye hitap ettiğini söyledi. Bunu işiten insanlar “Şefimiz!” diye bağırıp hükümdarlığını gösteren takılar ve nişanlar taktılar. Göklerde doğmuş genç adam kısa zamanda büyük bir lider oldu. Cesur savaşçılarının başında tüm savaşlardan muzaffer çıktı