Hükümdarlığının son beş yılında üç ay hariç vaktinin geri kalanını Fransa’da geçiren Henry’nin İngiltere’de imza attığı başarılar, kendisi Fransa seferindeyken İngiltere’nin muhafızı olarak atadığı en büyük kardeşi Bedford Dükü John başta olmak üzere erkek kardeşlerinin ve saray görevlilerinin eseridir. Shakespeare’de ve diğer geçmiş anlatılarda üzerinde durulan Henry’nin “bireysel” başarısında, erkek kardeşleri John, Thomas ve Humphrey’nin katkısı tamamen göz ardı edilmiştir.
Henry’nin bu yarı efsanevi statüye kavuşmasında kuşkusuz 1422 yılında Fransa’daki bir kuşatma sırasında gerçekleşen erken ölümünün de payı olmuştur. Fakat ölümsüzleşen bu büyük imajının en fazla Agincourt’daki zafere dayandığını söyleyebiliriz. Shakespeare İngilizlerin sayıca azınlıkta olduklarında en iyisini yaptıklarına dayalı milli inanışı yüceltmek için “Biz azınlık, biz mutlu azınlık, biz kardeşler takımı” sözlerini kullanmıştır. Bu sözler birkaç yüzyıl sonra bu sefer Winston Churchill tarafından gayet etkili bir şekilde dile getirilecekti. Kıta Avrupa’sında ise Agincourt, tamamen farklı bir bakış açısıyla, acımasız bir kralın emriyle geleneksel şövalyelik kurallarının ahlaksızca çiğnendiği bir toplu katliamla son bulan bir savaş olarak hatırlanmaktadır.
ABD’nin Kurucu Babaları Monarşi Yerine Demokrasi İstemişlerdi
Bugünkü şekliyle Amerikan hükümetlerinin temelleri, 1787’de Philadelphia’da geliştirilen ABD Anayasası ile atılmıştır. Sistemin temelleri, meclis ve senato olmak üzere iki gövdeli bir kongre sistemi, başkanlık kurumuna bağlı bir yürütme kurulu ve yargıtaya bağlı bir yasa kolundan oluşmaktadır. Günümüzde Amerikan vatandaşlarının hevesle sahip çıktığı temsili demokrasinin Amerika’ya yerleşmesini sağlayan bu anayasayı kaleme alan kurucu babaların, doğal olarak demokratik prensiplere dayalı bir ulus yaratmak fikriyle hareket ettikleri düşünülmektedir.
Gerçekteyse, Benjamin Franklin ve George Washington gibi bilgeleri de içeren kurucu babaların ortak özelliği demokrasiye karşı muhalefet ve güvensizliktir. Birçok çağdaşları gibi onlar da, kelime olarak o yıllarda pek hoş çağrışımlar yapmayan demokrasiyi ayaktakımı ve anarşiyle bir tutmaktaydı. Anayasayı hazırlayan ve bizzat kaleme alan elli beş üyenin çoğu ya büyük toprak sahibi ya da hukukçuydu, geri kalan üçte biri de Washington’ın ordusuna hizmet etmişlerdi. Bu üyeler, yüksek düzeyde bir anlayış ve öngörüye sahip olsalar da, muhafazakâr bir bakış açısıyla demokrasiye karşı düşmanlıklarını dile getirmekten asla utanmamışlardır. Örneğin, delegelerden Edmund Randolph “demokrasinin ahmaklıklarından ve gelgitlerinden” dem vururken, Roger Sherman ise “bir an önce halkın hükümetle olan bağının olabildiğince azalmasını” talep etmiştir.
Her ne kadar delegeler halkı temsil eden bir hükümetten yana çıkıp 1780’lerde dünyanın geri kalanından çok daha geniş bir kesime, belli bir yaşa erişmiş özgür ve beyaz erkekler olmaları şartıyla oy hakkı tanımış olsa da, amaçları halkın ulusal hükümete doğrudan katılımının olabildiğince sınırlı tutulacağı bir yönetim inşa etmekti. Kurucu babaların pek çoğu, anayasanın “demokratik kısımlarına” katı sınırlamalar ve denetimler getirilmesini savunurken, neredeyse tamamı da ulusun varlıklı efendiler tarafından idare edilmesini savunmaktaydı. Bir noktada söz alan delege Aleksander Hamilton senato ve başkanın ömür boyunca seçilmesini ve eyaletler üzerinde mutlak iktidara sahip olmalarını önermiştir. George Washington’ı oldukça gösterişli bir törenle başkanlığa atamasının ertesinde Kongre, kendisine kulağa daha etkileyici gelen “ekselansları”, “majesteleri” veya “yüce” gibi unvanlar sunmayı tartışmış, ancak en sonunda hepsinden vazgeçerek daha makul olan “Başkan”ı tercih etmişlerdir.
Delegeler demokrasiye tek bir ödün vermişlerdi. O da beyaz ve mülkiyet sahibi erkeklerden oluşan halkın oyuyla seçilecek bir Temsilciler Meclisi’nin kurulmasıydı. Tıpkı başkanlık makamı gibi, devlet yasama organınca belirlenen senato üyeleri, ancak 1913 gibi geç bir tarihte halk oylamasına sunularak seçilecekti. 1781’den çok sonraları bile kullanılmaktan kaçınılan demokrasi kelimesi, ne Bağımsızlık Bildirgesi’nde ne de Thomas Jefferson’ın başkanken halka açık konuşmalarının birinde yer almıştır. Demokrat Parti, adındaki “Cumhuriyetçi” kelimesini 1844’e kadar kaldırmamıştır. Amerikan yönetimini I. Dünya Savaşı sırasında yaptığı bir basın açıklamasında ilk kez “demokrasi” olarak tanımlayan Woodrow Wilson’a kadar, Amerikalı siyasetçiler bu tanımlamadan yirminci yüzyılın başlarına değin genel olarak kaçınmışlardır.
Oy hakkının topluma yayılması ve onu izleyen Amerikan siyasetindeki demokratikleşme, Anayasa’nın kabulünden sonra yürürlüğe giren yirmi yedi yasa değişikliği sayesinde gerçekleşmiştir. Bu değişiklikler, siyasi temsiliyetle ilgili düşüncelerinin temeli kolonyal geçmişte yatan kurucu babaların özellikle koyduğu kısıtlamaları büyük ölçüde kaldırmıştır. Delege William Livingston’ın aktardığı gibi “yetki kullanımını ele almaya hiçbir zaman hazır olmamış ve olmayacak olan halk, bir zorunluluğun gereği olarak bu görevi başka bir yere devretmelidir.”
Ekselansları Kral George
Amerikan Kongresi’nin Almancayı ABD’nin resmi dili yapmayı düşündüğünden ve bunun sadece bir oyla reddedildiğinden sık sık büyük bir inançla bahsedilmektedir. Fakat bu bir söylentiden ibarettir çünkü Amerikan hükümetinin hiçbir yasama organında böyle bir konu konuşulmadığı gibi, o dönemde ABD’nin 3.9 milyonluk nüfusunun yüzde doksanı İngilizce konuşmaktaydı. 1795 yılında Temsilciler Meclisi’nin kısaca görüştüğü ve tüm yasa ve düzenlemelerin İngilizce yanında Almanca olarak basılmasını içeren teklif ise İngilizce bilmeyen Alman asıllı Amerikan vatandaşları için düşünülmüştür. Üstelik, hiç de popüler olmayan bu teklifin ertelenmesi ve bir sonraki oturumuna geçilmesine sadece bir oy karşı çıkmıştır. Bir ay sonrasında mecliste yeniden gündeme alındığında hemen ve hararetle reddedilmiştir. Benzer şekilde hem antik Yunanca hem de Kızılderili dilinin anadil olması için Kongre’de oylama yapıldığına dair yazar Kingsley Amis tarafından ortaya atılan iddialar da gerçek değildir.
“Demir Şansölye” Otto von Bismarck: Acımasız, Savaş Çığırtkanı, Muhafazakâr ve Dogmatik Bir İdeolog
Önceleri Prusya’nın başbakanı, devamında ise yeni kurulan Alman İmparatorluğu’nun şansölyesi unvanıyla 1862’den 1890’a kadar Almanya’nın kaderini belirleyen Prusya doğumlu Otto von Birmarck, Alman İmparatorluğu’nun kurucusu olarak kabul edilmektedir. 1898’deki ölümünden on yıllar sonra bile “en halis Alman” kabul edilip ulusal bir kahraman olarak büyük bir saygı görmüştür. Fakat 1930’larda ve 1940’larda Almanya’nın başına bela