Batı’nın yeni yerleşimcileri arasında dökülen kan görece az olmasına rağmen, Amerika’nın yerli topluluğu için hayat gittikçe acımasız hale gelmekteydi. Göçmenler batıya doğru ilerledikçe topraklarından koparılan yerlilerin bir çoğu savaş, hastalık ve geçim kaynaklarının yok edilmesi sonucu hayatını kaybedecekti. 1830-1895 yılları arasında yerli nüfusu iki milyondan doksan bine düşerken, düzlüklerde yaşayan Kızılderililerin en önemli geçim kaynağı olan mandaların ise yetmiş milyonu katledilmiştir. Kısacası, Hollywood bize fena halde çarpıtılmış bir Kızılderili imajı sunmaktadır.
Vahşi Batı efsanesi dünya üzerinde milyonlarca insanı alıp götürmüş ve zamanla devasa bir yayın ve eğlence endüstrisi ortaya çıkarmıştır. Göçmenlerin tozlu ve olağan yaşamları veya Batı’nın yerli topluluğuna uygulanan vahşetin gerçekliğine kıyasla, bilinmeze doğru yol alan cesur ve sert beyaz adamın abartılmış hikayeleri, yeni Amerikan ulusunun inşası açısından daha çekici bulunmaktadır. Hollywood’un sürdürdüğü bu Vahşi Batı söylencesi, Mel Brook’un 1974 yapımı Gümüş Eyerler filminde, özellikle Şerif Bart’ın Rock Ridge kasabasına veda konuşması yaptığı sahnede ustalıkla alaya alınmıştır:
Bart: Burada işim sona erdi. Şimdi başka bir yerde olmam lazım. Her nerede kanunsuzlar Batı’ya hükmediyorsa, her nerede masum kadın ve çocuklar sokaklarda yürümeye korkuyorsa, her nerede bir adam yalnızca onuruyla yaşayamıyorsa ve her nerede halk adalet için çağırıyorsa…
Kalabalık (hep birlikte): Saçmalık!
Bart: Peki, beni yakaladınız. Açıkça gerçeği söylemek buralarda oldukça sıkıcı bir hal almaya başladı.
Haklarında pek çok efsane uydurulan Kızılderililer, Western filmlerinde ya onursuz vahşiler ya da özellikle yakın zamanda, doğayla bütünleşmiş spiritüel insanlar olarak karikatürleştirilmektedir. Yerliler, birbirlerini “hoov” diyerek selamlamadığı gibi, “solukbenizlilik” veya “Büyük Beyaz Baba” gibi kelimeler de Son Mohikan’ın yazarı James Fenimore Cooper ve benzeri romancıların uydurmasıdır. Benzer şekilde, duman aracılığıyla iletişim kurdukları da gerçek değildir. Kafa derisi yüzmek ise yerliler arasında çok sık görülmemekteydi ve tam tersine beyaz göçmenler tarafından başlatılmıştı. Gerçekte Kızılderililer de doğaya en az beyaz yerleşimciler kadar aldırışsız davranmaktaydı ve kunduz ile beyaz kuyruklu geyik popülasyonunu tükenme noktasına getirmişlerdi. Kızılderililerin üstüne yapıştırılan “ilk çevreciler” imajı Şef Seattle’ın sıklıkla alıntılanan ve doğayla olan derin bağı özetleyen 1854’teki şu konuşmasından kaynaklanmaktadır: “Dünya insana değil, insan dünyaya aittir.” Ne var ki bu sözlerin büyük bir ihtimalle Şef Seattle’ın dile getirdikleriyle uzaktan yakından alakası yoktu çünkü şefin konuşması Lushootseed dilinden eşzamanlı olarak Chinook şivesine çevrilmişti. Dr. Henry Smith ismindeki bir adamın da 1887’de hatırladığı kadarıyla kaleme aldığı bu sözler, o gün bu gündür değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır.
V. Henry: “İngiltere’yi Yönetmiş En Muazzam İnsan”
1413-1422 yılları arasında hüküm süren V. Henry, 1415’te Agincourt’da kazandığı zafer sebebiyle İngiltere’nin kurtarıcısı ve savaşçı kralı olarak görülmekte ve büyük bir İngiliz kahramanı olarak anılmaktadır. Henry’nin bu güçlü imajı, Shakespeare’in onu, etrafına neşe saçan, harika bir konuşma yeteneği bulunan cesur ve karizmatik genç bir kral olarak betimlemesiyle ölümsüzleşmiştir. Aynı şekilde, Laurance Olivier’in II. Dünya Savaşı sırasında milliyetçi bir hevesle çektiği V. Henry filmi, kralın söz konusu imajını daha da kuvvetlendirmiştir. Bu hayranlık pek çok tarihçiyi de etkisi altına almış ve özellikle K. B. McFarlane, V. Henry’nin İngiltere’yi yöneten en muazzam kişi olduğunu ilan etmiştir.
Fakat bu tapınma, bazıları tarafından bu ortaçağ kralının karmaşıklığını ve yenilgilerini göz ardı eden aşırı basit bir yaklaşım olarak görülmektedir. Tarihçi Ian Mortimer’ın kitabı 1415: Henry V’s Year of Glory başta olmak üzere, yapılan son araştırmalar, Henry’nin aslında asık suratlı, “zalimliğe yatkın, son derece çatlak , ateşli ve tutucu bir Katolik” olduğunu ortaya çıkarmıştır. Kısacası İngiliz Kralı Henry, propagandacılar ve Shakespeare’in V. Henry eserinin iddia ettiği gibi karizmatik ve göze çarpan bir kahraman değil, haşin ve kaba bir adam, acımasız bir katildir.
Henry yaşamı boyunca da propagandacılar tarafından, hüküm sürmeye kutsal bir yazgıyla bağlı, kahraman bir kral olarak gösterilmiştir. Henry’nin kahramanlığının bir kısmı şüphesiz gerçektir. Henüz onlu yaşlarındayken Galler’de Owain Glyndwr’e karşı kendi ordusunu komuta etmiş, Harry Hotspur’e karşı babasına destek verdiği Shrewsbury Savaşı’nda (1403) sağ gözünün 5 cm altına isabet eden bir ok yüzünden yaralanmıştır. İsyanlara ve babasının karşılaştığı suikast girişimlerine tanıklık eden Lancashire Lordu Henry, riskli hükümranlığını, kazanacağı askeri zaferlerle kutsal bir temele dayandırmanın peşine düşmüştür. Hanedan içindeki konumuna oldukça önem veren ve zamanının din anlayışının da ötesinde bir dindarlığa sahip olan Henry’nin her hareketini, hırs ve dinsel coşkunun güçlü bir birleşimi yönlendirmekteydi.
Tahta gelişinin ilk yıllarından itibaren, çoğu Chartreux Tarikatı gibi en ateşli tarikatlardan oluşan yeni dinsel cemaatler kurmuştur. Ayrıca, birbirine rakip 3 ayrı papanın bulunduğu Roma Katolik Kilisesi’nde süren ayrılığa da son verilmesine yardım etmiştir. Mektuplarında İngiliz dilini kullanan ilk İngiliz kralı olmasıyla büyük bir itibar kazansa da, Mortimer mahkemelerde İngilizce kullanılmasını sağlayan III. Edward’ın ve IV. Henry’nin İngilizcenin gelişmesine V. Henry’den daha fazla katkı sağladıklarının altını çizmektedir. Benzer şekilde, Churchill’in V. Henry’yi İngiliz donanmasının kurucusu olarak anmasına karşın, III. Edward’ın emrinde çok daha büyük bir filo bulunmaktaydı. Savaşta denizin önemini kavrayan ilk İngiliz hanedan üyesinin Henry olduğu ise kabul edilmesi gereken bir gerçektir.
Henry’nin ilk dönemde uyguladığı yasalar ve ekonomik reformların temelinde Fransa’ya karşı saldırganca yürüttüğü savaş yer almaktaydı. Biricik amacı kaybedilen toprakları geri kazandıktan sonra İngiliz ve Fransız krallıklarını birleştirmek ve bu süreçte kendi hükmünü tanrı vergisi bir zaferle meşru kılmaktı. Yüksek düzeyde bir planlama ve organizasyonun ürünü olan Fransa seferlerinde ve Agincourt Savaşı’nda (1415) muhtemel bir facianın zafere dönüşümünde gösterdiği cesaret ve dayanıklılıkla büyük bir pay sahibi olsa da, Mortimer, Henry’nin askeri girişimlerinde şansın da büyük bir rolü olduğunu belirtmektedir. Örneğin, 24 Ekim’i 25 Ekim’e bağlayan gece yağan sağanak yağmur toprağı aşırı yumuşak bir çamura dönüştürmüş, bu koşullarda atağa kalkma kapasitesini yitiren Fransız süvarisinin karşısında İngilizler zafere yürümüştür.
Fransız ordusu daha kalabalık olsa da, tarihçiler Fransızların İngilizlere oranını 7/1 şeklinde göstererek abartma eğiliminde olmuşlardır. Mortimer’a göreyse, bu oran gerçekte