Orhan Bey’in hakikaten hiçbir şeyden haberi yoktu. Üç günden beri Haliç’teki yalısından dışarıya çıkmıyordu. Bu hadise onu da telaşa düşürmüştü.
Bizans’ın asayişsizliğinden faydalanmaya kalkışmak isteyen Türkler Bizans’a ani bir hücum yapacak olursa, Orhan Bey’in akıbeti ne olacaktı?
Orhan Bey, endişesini gizlemeye çalışarak Klio’yu adamlarının nezareti altında bıraktı.
“Ben biraz sonra gelirim, sen hiç merak etme. İşine yarayacak haberler getirmeye çalışacağım,” diyerek evden çıktı.
Orhan Çelebi saraya gidiyordu.
Tiyatro Mektebi binasının6 önüne geldiği zaman, meydanda büyük bir kalabalık vardı.
Meydanın her köşesinden aynı sesler yükseliyordu:
“Kahrolsun İmparator!”
“Kahrolsun saray erkânı!”
Orhan Çelebi, ihtilalcilerin arasından bin bir zorlukla kurtularak Ayasofya Meydanı’na geldi.
Bu esnada acı bir borazan sesi, meydandaki ahalinin kaçışmasına sebep olmuştu.
Saray muhafız askerleri atlarını sürerek ihtilalcilerin üzerine doğru ilerlemeye başlamışlardı.
Süvariler çok insafsızca davranıyorlar, uzun mızraklarla halkı dağıtmaya çalışıyorlardı.
Orhan Bey bu kargaşadan faydalanarak sarayın dış kapısı önüne kadar ilerlemişti.
Süvariler uzaklaştılar.
Ayasofya Meydanı’nın her bir köşesine sinen halk yavaş yavaş tekrar bir araya toplandı.
Burada da aynı sesler duyuluyordu.
“Kahrolsun İmparator!”
“Kahrolsun saray erkânı!”
İhtilalcilerin hedef ve maksatları birdi. Tiyatro mektebi önünde toplanan halk da bunu söylüyor ve yumruklarını aynı hedefe doğru sallıyordu.
İhtilalcilerin arasından eski Romalılar gibi uzun mantolara bürünmüş biri genç, biri yaşlı, temiz çehreli iki adam göründü.
Bu adamlardan yaşlıca olanı yüksek bir yere çıktı ve elinde tuttuğu Hazreti İsa asasını sarayın demir kapaklı pencerelerine doğru uzatarak yüksek sesle bağırmaya başladı:
“Eyyy! Gözleri içki kadehinden başka bir şey görmeyen sefih ve mağrur asaletmeablar! Mızraklarını yağlayarak sokaklara gönderdiğiniz bu askerlerle kimleri terbiye etmek istediğinizi biliyor musunuz?”
Sarayın pencereleri aralandı ve bu meçhul ihtilalciyi dinleyen birkaç baş göründü. Hatip, sözüne devam etti:
“Sizlerden başka herkesin gözü ile gördüğü düşman faaliyetine karşı tedbir almak ve memleketini müdafaa etmek isteyen vatanperverler, sizi harekete geçirmeye, ikaz etmeye çalışıyor. Felaketi gören ve gösteren masum halka karşı niçin bu derece insafsızca hareket ediyorsunuz? Gözlerinizi şehvet bürümüş. Türklerin hazırlıklarından bihabersiniz! Kalpleriniz kararmış. Vatanper- verlerin feryadına karşı mermerler kadar hissiz davranmayınız! Çıkınız kadınların koynundan! Ayrılınız gümüş kadehli içki masalarının başından! Kulaklarınızı halkın kalbine dayayınız efendiler… Mağrur ve azametli asaletmeablar!”
Birdenbire sarayın pencereleri kapandı. Hatibin sesi kesildi. Halk arasında müthiş bir heyecan vardı.
Orhan Bey, kedi gibi sindiği yüksek bir duvarın dibinden başını kaldırarak yanındakinin kulağına eğildi:
“Hatip niçin sustu?”
Genç ve asabi erkek cevap verdi:
“Vurdular.”
“Kim vurdu?”
“Belli değil.”
Biraz öteden ince bir ses işitildi:
“Sarayın penceresinden gelen bir kurşun zavallının tam kalbine isabet etmiş.”
Gök gürültüsüne benzeyen sesler işitildi:
“Alçaklar!”
“Katiller!”
“Hainler!”
“Kahrolsunlar!”
Halk, vurulan hatibin yanına doğru birbirini çiğnercesine koşuşmaya başladı.
“Arkadios’u vurdular…”
“Arkadios ölmüş…”
“Arkadios’u vuranları vuralım!”
“Arkadios ölür mü?”
Öldürülen hatibin Arkadios olduğu anlaşılmıştı.
Arkadios…
Bu adam Bizans’ın en ünlü filozoflarından biriydi. Üç seneden beri İznik’te sade bir hayat yaşıyor ve Bizanslılardan hiç kimseyle temas etmiyordu.
Arkadios’un oğlu da ateşli ve zeki bir gençti. Bizans’ ın vaziyetiyle alakadar olan Priamos grubuna katılmış ve şairin takibe başlanması üzerine İznik’te oturan babasını Bizans’a davet etmişti.
Arkadios, Şair Priamos’u çok seviyordu. Oğlunun daveti üzerine Bizans’a gelerek ihtilalcilerin başına geçmişti.
Halk, soğumaya başlayan Arkadios’un cesedi önünde ağlıyor, Ares’in7 huzurunda ibadet eder gibi yerlere kadar eğilerek bağırıp çağrışıyordu.
Orhan Bey, sindiği duvarın dibinden saray kapısına kadar yaklaşmaya muvaffak olmuştu.
Bu esnada sarayın kapısı önünde büyük bir gürültü koptu.
Beş dakika sonra ihtilalciler sarayın arkasına doğru koşmaya başladılar.
Genç bir kız, saraya girerken ihtilalcilerin eline düşmüştü.
Bu kız kimdi?
Saraya niçin giriyordu?
Halkın bir kısmı dağıldı. Meydan tenhalaştı.
Saraya girmek isteyen kızı, Akropolis’te bir ağaca bağlamışlardı.
İhtilalcilerden biri sordu:
“Sarayda ne yapacaktın?”
“Hiç…”
Genç kızın üzerine birkaç el birden kalktı.
“Çabuk söyle! Yoksa seni buracıkta yakıp kül edeceğiz!”
Kalabalık arasından yüksek bir ses işitildi:
“Persefoni! Persefoni!”
Kalabalık arasından süratle ilerleyen uzun boylu bir genç, ağacın yanına sokuldu ve halka hitaben,
“Bu kadını ben tanırım. Saraya ajanlık ediyor. Kendisini öldürmeyiniz!”dedi.
İhtilalciler hep bir ağızdan haykırdılar:
“Mademki ajan olduğu anlaşıldı, o hâlde soralım, neler biliyorsa söylesin!”
Birkaç kamçı darbesi, Persefoni’nin yüzünü ve omuzlarını kan içinde bıraktı.
Persefoni’yi tanıyan bu adam, Filozof Arkadios’un oğluydu.
İhtilalcilere hitaben,
“Arkadaşlar,” dedi, “babamın ruhunu şad etmek isterseniz, bu kadına fazla işkence etmeyiniz! Ondan çok şey öğreneceğiz. Beni dinleyiniz. Persefoni’yi Ekta Birgos (Yedikule) Zindanına götürüp hapsedelim!”
Arkadios’un