“Ne olacağına hâkim karar verecek,” dedi komutan. “Şehrimize izinsiz girmek ciddi bir suçtur. Bu muhafız alayı bilhassa bunu önlemek için görevlendirilmiştir.”
“Şehre izinsiz girenler çok mu?” diye sordu Philip. Komutan iyi birine benziyordu. Philip’in hâkim bir amcası vardı. Bu yüzden hâkim kelimesini duyunca aklına adalet ve cezadan ziyade tavsiye ve nasihat geldi.
“Ne demezsin!” diye cevap verdi komutan âdeta homurdanarak. “Sorun da bu zaten! Daha önce buraya gelen olmadı. Şehre izinsiz giren ilk kişi sensin. Yıllardır muhafız alayı burada bekler durur zira şehir ilk kurulduğunda müneccimler bir kehanette bulundu. Buna göre günün birinde şehre izinsiz giren biri olacak ve bu kişi eşi benzeri duyulmamış fenalıklar yapacaktı. Sonuç olarak şehre girmek isteyenlerin kullanabileceği tek yolda nöbet tutmak şerefini Polistopolis muhafızları olarak biz haiz olduk.”
“Oturabilir miyim?” diye sordu Philip birden. Bunun üzerine askerler onun için sırada yer açtı.
“Babam, büyükbabam ve bütün atalarım muhafız alayında görev yapmıştır,” dedi komutan gururla. “Bu büyük bir onur.”
“Neden merdivenin ucunu kesmiyorsunuz ki?” dedi Philip. “Yani en üst kısmını kastediyorum. Böylece kimse yukarı çıkamaz.”
“Bu hiç işe yaramaz,” dedi komutan. “Çünkü bir başka kehanet daha var. Büyük Kurtarıcımız da aynı yoldan gelecek.”
“Acaba,” diye söze başladı Philip çekinerek, “Şehre izinsiz gireceği değil de Kurtarıcınız olacağı öngörülen kişi olamaz mıyım? Bunu çok isterdim.”
“Bunu isteyeceğinden eminim,” dedi komutan. “Ama insanlar sırf öyle istiyorlar diye Kurtarıcı olamazlar biliyorsun.”
“Peki o ikisinden başka kimse merdivenden çıkamaz mı?”
“Bilmiyoruz. Bize söylenenlerin hepsi bu. Kehanetler nasıldır bilirsin.”
“Korkarım tam olarak ne demek istediğinizi bilmiyorum.”
“Demek istediğim şu ki kehanetler muğlâk ve karmaşıktır. Sana sözünü ettiğim kehanet şöyle:
Merdivenden kim çıkacak?
Sakının, sakının!
Getireceği acı ve eziyetten,
çelik gözlü bakır saçlının.
Hepsi bir gün yukarı çıkacak.
İşte görüyorsun ya, kehanette sözü geçen çelik gözlü bakır saçlı tek bir kişi mi yoksa birden fazla insan mı gelecek kesin olarak bilemiyoruz.”
“Benim saçlarım bildiğiniz çocuk saçı renginde,” dedi Philip. “Ablam öyle diyor. Gözlerim de mavi, sanırım.”
“Bu ışıkta seçemiyorum,” dedi komutan. Dirseklerini masaya yaslayıp dikkatle çocuğun gözlerine baktı. “Yok, göremiyorum. Neyse öteki kehanete gelince, şöyle diyor:
Aşağıdan, çok aşağıdan,
Kral kendine ait olanı almaya gelecek.
Büyülü şehri kurtaracak.
Yaptığı her şey onun olacak.
Sakının, dikkat edin.
Sakının, hazırlanın.
Kral merdivenden çıkıp gelecek.”
“Ne kadar güzel,” dedi Philip. “Ben şiire bayılırım. Böyle başka kehanet yok mu?”
“Bir sürü kehanet var elbette,” dedi komutan. “Müneccimler para kazanmak için bir şeyler yapmak zorunda. Dinle bak, şu çok güzel:
Parlak yıldızların göz kırptığı her gece,
saat ikiyi vurduğunda
muhafızlar dışarı çıkıp bir içecek alacak.
Yıldızsız gecelerde
saat ikiyi vurduğunda
muhafızlar kendi kantinlerinde alacak içeceklerini.
Bu gece gökte hiç yıldız yok. Bu yüzden burada içiyoruz içeceklerimizi. Meydanı geçip kantine gitmek daha zahmetli. Ama kural aynı. Üstüne bir kehanet eklenirse kural harika bir şey oluyor evlat.”
“Evet,” dedi Philip. Sonra uzaklardaki çan bir kez daha çaldı. Bir, iki. Dışarıdan hafif ayak sesleri geliyordu.
Bir asker ayağa kalkıp komutanı selamladı ve kapıyı açtı. Bir sessizlik oldu. Philip birinin üzeri bardaklarla dolu bir tepsiyle içeri girmesini bekledi. Büyük amcasının evinde toplanan beyefendiler yemek vakitleri dışında susadıkları zaman böyle olurdu.
Ama çok başka bir şey oldu. Bir anlık sessizliğin ardından on iki tazı, pamukla doldurulmuş gibi gözüken ve kedilerin patilerini andıran ayaklarıyla yumuşak adımlar atarak içeri girdi. Her köpeğin boynunda yuvarlak bir şey vardı. Resimlerdeki St. Bernard köpeklerinin boynuna takılan minik fıçılara benziyordu bunlar. Nihayet köpeklerin boynundaki şeyler çıkartılıp masaya konuldu. Philip yuvarlak nesnelerin fıçı değil hindistancevizi olduğunu görünce çok sevinmişti.
Askerler yüksek bir raftan birkaç tencere uzattılar. Süngüleriyle hindistancevizlerini delip sütünü döktüler. Hepsi içeceklerini almıştı. Böylece kehanet gerçekleşmiş oldu. Dahası Philip’e de içecek verdiler. Enfes bir içecekti bu, dilediği kadar alabilirdi. Ben hiç kana kana hindistancevizi sütü içmedim, ya siz?
Sonra oyuk hindistancevizlerini yine köpeklerin boynuna bağladılar. Bu zarif ve güzel köpekler ikili sıralar halinde ince kuyruklarını sallayarak dışarı çıktı. Son derece sevimli ve muntazam görünüyorlardı.
“Hindistancevizlerini mutfağa götürüyorlar,” dedi komutan. “Ordunun kahvaltısı için hindistancevizli dondurma hazırlanacak. Hiçbir şey israf olmamalı. Biz burada hiçbir şeyi boşa harcamayız evlat.”
Philip komutanın daha önceki küçümseyici tavrını unutmuştu. Artık onunla erkek erkeğe konuştuğunu fark ediyordu.
Helen onu bırakıp gitmişti ama artık o olmadan yaşamaya alışıyordu. Çiftlik evi, Lucy ve o dadıdan kurtulmuştu. Yiğitler içinde bir yiğitti şimdi. Kendini son derece cesur ve önemli hissediyordu. Bir değil bin hâkimin karşısına çıkarılsa dahi vız gelirdi. İşte bu sırada muhafız odasının kapısına hafifçe vuruldu. Alçak bir ses işitildi:
“Ah, lütfen içeri alın beni.”
Sonra kapı yavaşça açıldı.
“Her kimsen gir bakalım içeri,” dedi komutan. İçeri giren kişi Lucy idi. Philip’in artık kurtulduğunu sandığı Lucy. Helen’ın Philip’i terk ederek seçtiği o iğrenç yeni hayatı temsil eden Lucy. Yün eteği ve kazağı, zarif şekilde örülmüş sarı saçları ve “Keşke arkadaş olabilsek” diyen o hevesli tebessümlüyle Lucy. Philip öfkeden deliye dönmüştü. Çok kötü olmuştu bu.
“Peki bu kim?” diye sordu komutan nazik bir sesle.
“Benim, Lucy,” dedi kız. “Onunla geldim.”
Parmağıyla Philip'i göstermişti.
“Görgüsüz!” diye geçirdi içinden Philip kızgınlıkla. Sonra “Hayır, benimle gelmedin!” dedi kısaca.
“Geldim. Merdivene tırmanırken hemen arkandaydım. O zamandan beri tek başıma bekliyorum. Sen uyumuştun. Peşinden geldiğimi öğrenirse Philip’in bana çok kızacağını biliyordum,” diye açıklama yaptı Lucy askerlere.
“Kızmadım,” dedi