Philip’in kurduğu şehirler gerçekten çok güzeldi. Keşke size bunları en ince ayrıntısına kadar tasvir edebilsem. Fakat bu şehirleri anlatmam sayfalar alacaktır. Bahsettiğim şeylerin yanında bir de kuleler, taretler4, büyük merdivenler, pagodalar, kameriyeler, gümüş kâğıt şeritleriyle parlak ve su gibi bir görünüm verilmiş kanallar ile üzerinde bir teknenin bulunduğu bir göl vardı. Philip, oyuncak bebek evindeki eşyalardan uygun olduğunu düşündüğü her şeyi inşa ettiği yapılarda kullandı. Ahşaptan yiyecekler ve tabaklar, kurşun çay fincanlarıyla kadehler faydalandığı eşyalardandı. Şehir halkı olarak da domino taşlarıyla piyonları kullandı. Yakışıklı satranç figürleri ise minare görevi görecekti. Kaleler yaptı ve bunlara kurşun askerleri yerleştirdi.
Çok sıkı ve zekice çalıştı. Şehirler güzelleşip ilgi çekici hale geldikçe Philip eserlerini daha çok seviyordu. Artık mutluydu. Mutsuz olmak için zamanı yoktu.
“Helen gelinceye kadar bozmayacağım şehirleri. Bunlara bayılacak!” dedi.
İki şehir bir köprüyle birbirine bağlanmıştı. Bunun için bir cetvelden faydalanmıştı. Bu cetveli hizmetçilerin dikiş odasında bulmuş ve hiçbir itirazla karşılaşmadan almıştı. Zira evdeki bütün hizmetçiler arkadaşıydı artık. İlk önce Susan’la dost olmuştu ve bu her şeyi değiştirmişti.
Köprüyü yerleştirip şehir sakinlerini temsil etmeleri için Bay ve Bayan Nuh’u ana meydana koymuş, eserinin uyandırdığı hayranlık hissiyle kendinden geçmiş halde durmaktaydı ki omuzlarına dokunan bir çift sert el irkilip çığlık atmasına neden oldu.
Dadının ta kendisiydi bu. Beklendiğinden bir gün erken gelmişti. Gerçek şu ki ağabeyi yeni evlendiği karısıyla dönmüştü. Dadı ile yengesi birbirlerinden hiç hazzetmemişlerdi. Bu yüzden dadının keyfi pek bozuktu. Philip’i omuzlarından tutup sarstı. Bu, Philip’in daha önce hiç başına gelmemiş bir şeydi.
“Seni yaramaz kötü çocuk!” dedi dadı çocuğu sarsmaya devam ederek.
“Ama ben hiçbir şeye zarar vermedim. Hepsini yerine koyacağım,” dedi. Korkudan titriyordu, yüzünün rengi de solmuştu.
“Bir daha hiçbir şeye dokunmayacaksın. Sabah her şeyi kendi ellerimle yerine koyacağım. Sana ait olmayan şeyleri nasıl alırsın?”
“Ama istediğimi alabileceğimi söylemiştiniz,” dedi Philip. “Eğer yaptığım yanlışsa bu sizin hatanız.”
“Yalancı çocuk seni!” diye bağırdı dadı ve Philip’in parmak boğumlarına vurdu. Daha önce kimse Philip’e vurmamıştı. Çocuğun benzi iyice attı ama ağlamadı. Gerçi elleri hakikaten çok acıyordu. Çünkü dadı ona vurmak için sert ve köşeli cetveli kapmıştı.
“Siz bir korkaksınız,” dedi Philip. “Yalan söyleyen sizsiniz, ben değilim.”
“Kapa çeneni,” dedi dadı. Sonra Philip’i hemen yatağa yolladı.
“Akşam yemeği falan yok sana!” dedi öfkeyle, Philip’i yatırıp yorganının kenarlarını sıkıştırırken.
“Yemek falan istemiyorum zaten,” dedi Philip. “Hem güneş batmadan sizi affetmem gerek.”
“Affedecekmiş!” diye cevap verdi dadı bir hışımla dışarı çıkarken.
“Özür dilediğinizde, sizi affetmiş olduğumdan emin olabilirsiniz,” diye bağırdı Philip arkasından. Elbette bu sözler dadıyı eskisinden de çok sinirlendirecekti.
Philip’in yalnız kaldığında ağlamış olup olmaması bizi ilgilendirmiyor. Dadının Philip’i sarsıp dövdüğünü gören ama müdahale etme cesaretini gösteremeyen Susan, biraz sonra sessizce yukarı çıkıp Philip’e biraz süt ve kek getirdi. Ama Philip uyumuştu ve Susan’ın söylediğine göre kirpikleri ıslaktı.
Philip uyandığında oda öyle aydınlıktı ki önce sabah olduğunu sandı. Ama hemen sonra bu güzel aydınlığın kaynağının sarı güneş ışığı değil, beyaz ayışığı olduğunu fark etti.
İlk başta neden bu kadar üzgün olduğuna şaşırdı. Sonra Helen’ın uzaklara gittiğini ve dadının ona ne denli kötü davrandığını hatırladı. Dadının şehri yıkacağı geldi aklına. Helen kardeşinin eserini hiç göremeyecekti. Philip bir daha öyle güzel bir şehir kuramazdı. Sabah olduğunda hepsi yok olacaktı. Philip o şehri nasıl yaptığını hatırlayamayacaktı bile.
Ayışığı çok parlaktı.
“Acaba şehrim ayışığında nasıl gözüküyor?” dedi Philip kendi kendine.
Sonra büyük bir heyecan içinde aşağı inip şehrinin nasıl göründüğüne bakmaya karar verdi.
Hemen sabahlığını giyip odasının kapısını yavaşça açtı ve sessizce koridoru yürüyüp geniş merdivenden indi. Sonra iç balkondan geçip misafir odasına girdi. İçerisi çok karanlıktı ama el yordamıyla pencerelerden birini bulup perdeyi açtı. İşte kurduğu şehir, yoğun ayışığı altında tıpkı hayal ettiği gibiydi.
Âdeta kendinden geçmişti, bir süre eserinden ayıramadı gözlerini. Sonra kapıyı kapatmak için arkasını döndü. Bu sırada tuhaf bir baş dönmesi hissetti. Bu yüzden bir süre elini başında tutarak bekledi. Sonra dönüp yine şehrine doğru yürüdü. Yaklaşınca küçük bir çığlık kopardı ama kimseler duymasın diye hemen sustu. Biri gelip onu odasına yollayabilirdi. Geri çekilip şaşkınlık içinde etrafına baktı. Bir kez daha başı dönüyordu. Şehir göz açıp kapayıncaya kadar geçen o kısacık sürede ortadan kaybolmuştu. Misafir odası da öyle. Masanın yakınındaki sandalye de ortalıkta yoktu. Uzakta dağları andıran devasa tepelerin yükseldiğini görebiliyordu. Tepelerin üstüne ayışığı vuruyordu. Fakat kendisi geniş ve düz bir ovadaydı. Ayaklarını çevreleyen uzun çimlerin yumuşaklığını hissediyordu. Ama bu engin yeşilliği dağıtacak tek bir ağaç, ev, çalılık veya çit yoktu. Ovanın bazı bölümleri daha koyu renkliydi. İşte hepsi bu kadardı. Macera kitaplarında okuduğu uçsuz bucaksız çayırları anımsamıştı.
“Galiba rüya görüyorum,” dedi Philip. “Gerçi daha biraz önce kapı kolunu çeviriyordum. Hemen nasıl uykuya dalmış olabileceğimi anlamıyorum. Yine de…”
Bir şeyler olmasını bekliyordu hâlâ. Rüyalarda daima bir şey olur. İşte ancak o zaman rüya sona erer. Ama hiçbir şey olmuyordu. Philip oracıkta sessizce duruyor, ayak bileklerinin çevresindeki ılık ve yumuşak çimleri hissediyordu.
Sonra, tam gözleri ovanın karanlığına alıştığı sırada, biraz uzakta çok dik bir köprü olduğunu gördü. Bu köprü, üzerine beyaz ayışığı vuran karanlık bir tepeye varıyordu. Philip oraya doğru yürüdü. Yaklaşınca bunun bir köprüden ziyade bir merdivene benzediğini ve baş döndürücü bir yüksekliğe doğru uzandığını gördü. Sanki karanlık gökyüzünde çok yükseklerdeki bir kayaya dayanıyordu. Kayanın içi kocaman karanlık bir mağara şeklinde oyulmuş gibiydi.
Şimdi merdivenin başladığı yere yaklaşmıştı. Basamak yerine el ve ayaklarını koyabileceği çıkıntılar vardı. Philip hemen Jack ve Fasulye Sırığı masalını hatırlayıp macera özlemiyle yukarı baktı. Ama merdiven uzun mu uzundu. Öte yandan etrafta herhangi bir yere varmasını sağlayacak başka bir şey göremiyordu.