“Bu Fotherington Princess,” dedi Paula yavaşça.
Mountain Lad bir kez daha çağrısını tekrarladı ve Dick şarkı söylemeye başladı.
“Beni dinleyin! Ben Eros’um! Dağlarda ayak sesim yankılanıyor!”
Sonra bir anda kocasının kollarındaki Paula kocasının bu muhteşem ata duyduğu hayranlığa içerlediğini fark etti. Ama bu içerleme kayboldu ve ona borçlu olduğunu kabul ederek neşeyle:
“Ve şimdi, Red Cloud (Kırmızı Bulut) meşe palamudunun şarkısı!” dedi. Dick yarı boş gözlerle bakışlarını parmağının durduğu broşürden ona çevirdi ve aynı neşeli perdeden şarkısına başladı:
“Palamutlar gökyüzünden indi! Kısa palamutları vadiye dikiyorum! Uzun palamutları vadiye dikiyorum! Ben filizleniyorum, ben, kara meşe palamudu filizleniyorum, filizleniyorum!”
Bu şarkı söyleme anında Paula kocasına yaslanmıştı ama bunu izleyen ilk anlarda parmağının yer tuttuğu domuz broşürünü tutan elin huzursuz hareketini hissetti ve gözlerinin düşünmeden ama hızlıca masasının üstündeki saate kaydığını fark etti. Saat 11.25’i gösteriyordu. Paula ona bir kez daha sarılmaya çalıştı ama girişimi, aynı derecede gönülsüzlükle, hafif bir incinme duygusuyla yapılmıştı.
“Sen tuhaf ve harika bir Kırmızı Bulutsun,” dedi yavaşça. “Bazen senin tamamen Kırmızı Bulut olduğuna, meşe palamutlarını ektiğine ve ekme işleminin vahşi sevinciyle şarkını söylediğine inanıyorum. Bazen de, bana ultra modern bir adam gibi görünüyorsun, işgal istatistiklerinde Truva maceralarını bulan; test tüpleri ve şırıngalarla donatılmış bir halde acayip mikroorganizmalarla gladyatörlük yarışmasına giren iki ayaklı erkek insan örneğinin son sözleri gibisin. Bazen neredeyse gözlük takman ve kel olman gerektiğini düşünüyorum; bana göre…”
“Deli dolu bir kıza sahip olacak enerjiye sahip değilim,” diye tamamlayan Dick onu iyice kendine çekti. “Ben ‘kibirli, küçük, tatlı, gül rengi toz serpintisinin’ erdemini anlamayan budala bir bilim canavarıyım. Dinle, bir planım var. Birkaç gün içinde…”
Ancak planı ölü doğdu, zira arkalarından birisi sağduyuyla öksürerek uyarıda bulundu. İkisi de aynı anda dönünce, elinde sarı kâğıtlarda çok sayıda notla sekreter yardımcısı Bonbright’ı gördü.
“Dört telgraf,” diye mırıldandı özür dileyen bir ifadeyle. “Bay Blake iki tanesinin çok önemli olduğundan emin. Bir tanesi Şili boğa sevkiyatıyla ilgili…”
Paula yavaş yavaş kocasından uzaklaştı ve ayağa kalkarken onun istatistik tablolarına, konşimentolara, sekreterlere, ustabaşılarına ve müdürlere kaydığını fark etti.
Paula kapının eşiğinden kaybolurken Dick, “Paula,” diye seslendi. “Son çocuğun adını koydum: ‘Oh Ho’ adıyla bilinecek. Nasıl buldun?”
Paula’nın cevabı gülümsemesiyle kaybolan hafif bir mahzunluk ifadesiyle başlarken, şu uyarıyı içeriyordu:
“Uşaklara isim verirken müsrif davranıyorsun.”
Dick gözlerindeki meydan okuyan parıltıyla çelişen bir ciddiyetle, “Bunu asla Amerikalı hizmetçilerime yapmıyorum,” diye güvence verdi.
“Onu demek istemedim,” diye tersledi Paula. “Sadece lisanın olasılıklarını tükettiğini söylemeye çalışıyorum. Bir süre sonra onlara Oh Bel, Oh Hell (Cehennem) ve Oh Go To Hell (Cehenneme Git) adlarını vereceksin. ‘Oh’ takıntın hataydı. ‘Kırmızı’ ile başlamalıydın. O zaman Kırmızı Boğa, Kırmızı At, Kırmızı Köpek, Kırmızı Kurbağa, Kırmızı Eğreltiotu ve diğer tüm kırmızılarla devam edebilirdin.”
Paula gözden kaybolurken kahkahası Dick’inkiyle karıştı ve Dick anında, telgrafa bakarak sevkiyatın detaylarında kayboldu. Tanesi iki yüz elli dolardan (FOB) bir yaşındaki üç yüz kayıtlı boğa, Şili’nin et bölgesine gönderiliyordu. Buna rağmen Dick, hayal meyal, belli belirsiz bir zevkle, Paula’nın evdeki kendi bölümüne gitmek üzere avludan geçerken şarkı söylediğini duydu ama Paula’nın sesinin, hafifçe bastırılmış olduğunun farkında değildi.
8. Bölüm
Paula yanından ayrıldıktan beş dakika sonra, yine saniyesi saniyesine tam zamanında Dick, dört telgrafı halletmiş olarak, yanında Idaholu alıcı Thayer ve Breeder’ Gazette’in özel muhabiri Naismith’le birlikte çiftliğin arabasına biniyordu. Koyun müdürü Wardman da, incelenmek üzere toplanmış olan binlerce genç Shropshire koçunun bulunduğu ağılda onlara katıldı.
Sohbete pek gerek yoktu. Thayer bu yüzden belirgin bir şekilde hayal kırıklığına uğradı çünkü on vagon dolusu bu kadar pahalı hayvanı satın almasının, epeyce sohbet etmeyi hak edecek kadar önemli olduğunu düşünüyordu.
Dick onu “Her şey gün gibi ortada, açıklamaya gerek yok,” diyerek ikna etmiş ve Naismith’e, Kaliforniya ve kuzeybatıdaki Shropshire koçları hakkında yazacağı makaleyle ilgili veriler vermek üzere öbür tarafa dönmüştü.
Dick on dakika sonra Thayer’a, “Onları seçme zahmetine girmemenizi öneririm,” dedi. “Ortalamaları en yüksek düzeyde. Bir hafta vakit harcayıp on vagonluk koç seçebilirsiniz ama ilk elinize geçenleri seçtiklerinizden daha kaliteli olmaz.”
Satışın zaten gerçekleşmiş olduğu yönündeki bu soğukkanlı varsayım Thayer’ı o kadar huzursuz etti ki, bugüne kadar bu kadar kaliteli koç görmediğinden emin olarak, sinirlenmesine rağmen, siparişini değiştirerek yirmi vagon koça çıkarttı.
Büyük Ev’e döndükten sonra, yarıda kalan oyunu tamamlamak için bilardo sopalarını tebeşirlerken Naismith’e söylediği gibi:
“Forrest’lara ilk defa geliyorum. Adam bir dâhi. Doğudan alıp ithal ediyordum. Ama o Shropshire koçlarını çok beğendim. Fark ettiğin gibi siparişi iki katına çıkardım. Idaho’daki alıcılar bunları görünce çıldıracak. Sadece altı vagon koç için doğrudan alım emrim vardı ve koşullu olarak iki vagon daha almaya karar vermiştim ama her alıcı, koçları görünce doğrudan ve koşullu, siparişini iki katına çıkarmazsa ve kalanlar için izdiham yaşanmazsa, ben de koyundan anlamıyorum. Mallar bunlar. Eğer bunlar Idaho’daki koyun piyasasını zıplatmazsa, Forrest yetiştirici, ben de alıcı değilim, bu kadar.”
Öğle yemeği uyarısı yapan gong çalınca –Kore’den gelen devasa gong, Paula’nın uyanık olduğundan kesin olarak emin olununcaya kadar asla çalınmıyordu– Dick, büyük avludaki Japon balığı çeşmesinin etrafındaki gençlerin yanına geldi. Hem kız kardeşi Rita hem de Paula’yla kız kardeşleri Lute ile Ernestine’in dönüşümlü olarak tavsiyede bulunup, sonra emir verdiği Bert Wainwright, kepçesiyle son derece muhteşem bir leş çiçeğini yakalamaya çalışıyordu. Balığın boyutu ve rengi, yüzgeçlerinin ve kuyruklarının çokluğu, Paula’nın onu kendi gizli avlusundaki çeşmenin içinde bulunan özel üreme haznesine koymak üzere ayırmaya karar vermesine neden olmuştu. Aşırı heyecanın, bağrışmanın ve kahkahanın arasında görev tamamlandı, büyük balık bir kavanoza kondu ve bekleyen İtalyan bahçıvan tarafından götürüldü.
Dick yanlarına gelirken Ernestine, “Peki, sen ne diyeceksin?” diye meydan okudu.
“Hiçbir şey,” dedi Dick üzüntüyle. “Çiftlik tükenmiş durumda. Üç yüz tane şahane genç boğa yarın Güney Amerika’ya gitmek üzere buradan ayrılacak ve Thayer –dün gece tanıştın– yirmi vagon dolusu koç götürüyor. Bütün söyleyebileceğim, Idaho ve Şili’yi candan kutluyorum.”
“Daha