Düşzamanı’nda, yani zamanın doğuşunda, Gökkuşağı Yılanı Avustralya’yı boydan boya katederken, geçtiği yerlerde bıraktığı izler; vadileri, nehirleri ve dere yataklarını oluşturur. Kurbağalara seslenir ve kurbağalar topraktan suyla dolup ağırlaşmış karınlarıyla çıkarlar. Gökkuşağı Yılanı, kurbağaların karınlarını gıdıklar ve su dünyaya fışkırır, nehirleri ve gölleri doldurur. Buradan da tüm yaşam -hem bitkiler hem hayvanlar- doğar. Kanguru, devekuşu, yılan, kuşlar ve tüm diğer hayvanlar ülkeyi gezen Gökkuşağı Yılanı’nı takip eder. Her hayvan, sadece kendi türündeki canlıları avlayarak ekolojik dengeyi korumaya yardımcı olur.
Yılan, yasalar koyar ve yasalara itaat etmeyenlerin hayvan biçiminde kalacağını, yasalara uyanların ise insan formuna terfi edeceğini söyler. Her kabilenin belli bir hayvandan geldiğine inanılır. Bu hayvanlar kabilelerin totemidir ve totem onlara kökenlerini hatırlatır. Kabiledekiler, bu totem hayvan hariç her şeyi yiyebilirler. Böylece herkese yetecek kadar yemek olur. Bu, kaynakların sınırlı olduğu bir diyar için epey faydalı bir ilkedir.
Güneş
Düşzamanı’nın ilk günlerinde, henüz Güneş yaratılmamışken, sırılsıklam âşık bir genç kızın sevdiği yakışıklıyla birlikte olması yasaklanır. Kız öfkeyle ormanın derinliklerine kaçar. Orada ne yemeğin ne de barınağın olmadığı çok ağır koşullarla karşılaşır. Kabilesi peşinde olduğundan, kendini daha da amansız koşulların içine atmak zorunda kalır.
Genç kızın ölmek üzere olduğunu ve uyuduğunu gören ataların ruhları, artık müdahale etmeleri gerektiğine karar verirler. Kızı yiyecek yemek ve ısınacak ateş bulabileceği göklere çıkarırlar. Kız uyandığında halkının üşüdüğünü ve karanlıkta olduğunu görür, ateşleri onlara gün boyu yetmemektedir. Ailesini özlese fakat onlara geri dönmeye can atsa da, artık göklere ait olduğunu ve ailesine de yardım etmesi gerektiğini anlar.
Ateşini olabildiğince büyütüp halkının ısınması için gün boyu sıcaklığını arttırır. Güneş’in yaratılışı ona öyle eşsiz bir mutluluk verir ki, onu her gün yeni baştan alevlendirip ailesinin hayatını kolaylaştırmaya koyulur.
Ay
Günlerden birgün, Düşzamanı’nın büyük avcısı Japara karısı ve oğlundan ayrılıp günlük avına çıkar. Onun yokluğunda, gezgin bir hikaye anlatıcısı olan Parukapoli, Japara’nın karısının karşısına çıkar, kadını büyüleyen muhteşem hikayeler anlatır. Kadıncağız hikayelere kendini öylesine kaptırır ki, suda debelenen oğlunun sesiyle ancak kendine gelir. Onu kurtarmak için koşar fakat iş işten geçmiş, çocuk çoktan boğulmuştur.
Kadın, oğlunun cansız bedenini kucaklayıp oturur ve bütün gün hüngür hüngür ağlayarak Japara’nın dönüşünü bekler. Olanları anlattığında kocası öfkesinden deliye döner ve onu çocuğun ölümünden sorumlu tutar. Silahını alıp karısını öldürür, sonra da Parukopoli’nin peşine düşer. İki adam dövüşür, ikisi de ağır yaralanır fakat galip gelen, hikaye anlatıcısını öldüren Japara olur.
Kabilesi tarafından azarlanan Japara, sonunda hatasını anlar. Karısının ve oğlunun ölüsünü arar fakat ikisinin de ortadan kaybolduğunu fark eder. Yaptıklarından vicdan azabı çeker ve ağıt yakıp ailesini alan ruhlara yeniden onlarla bir araya gelebilmek için yalvarır. Ruhlar isteğini kabul edip Japara’nın gökler dünyasına ailesini aramaya girmesine müsaade ederler fakat ceza olarak yapayalnız göklerde onları tek başına arayacaktır.
Rivayete göre, Japara’nın Parukopoli’yle olan dövüşünden kalma yara izleri hâlâ Ay’ın çizgilerinde durmaktadır. Ay da zaten onun ailesini ararken yaktığı ateşin yansımasıdır. Ay’ın yörüngesinin ve biçiminin değişmesi de zavallı Japara’nın sonsuz arayışının simgesidir.
Maori Mitolojisi
Maoriler, Yeni Zelanda’ya (o zaman Aotearoa olarak bilinen) Polinezya’dan ilk defa M.S. 13. yüzyılda geldiler. Yeni Zelanda’daki Maori gelenekleri Aborjin Avustralyası’ndan tamamen farklıdır ve kitabın bu bölümünde ele alınmalarının sebebi coğrafi yakınlıklarıdır.
Maori geleneğinde geniş birçok tanrılı kabile yelpazesi vardır ve bu kabilelerin mitleri doğayla iç içedir. Maoriler’in ataları, Pasifik’i boydan boya dolaşarak Hawaii ve Fiji gibi ücra adalara dahi yerleşen Polinezya, Mikronezya ve Melanezyalılarla aynı soydan gelir. Bu eski göçebe geçmişleri Maorilerin denize saygıyla karışık bir hayranlık beslemelerini sağlamıştır ve onlara ait çoğu mitin seyahat, kayıp ve ayrılık gibi temaları olmasını da açıklar.
Ranginui ve Papatuanuku (Gök Baba ve Toprak Ana)
Maori mitolojisine göre Gök Baba Ranginui (Rangi olarak kısaltılır) ve Toprak Ana Papatuanuku (Papa olarak kısaltılır) dünyevi her şeyin atalarıdır. En başta hiçbir şey yoktur (tüm mitlerdeki ortak bir tema) ve bu karanlığın içinde Rangi ve Papa birbirlerine sarılıp milyonlarca yıl uzanırlar. Aralarındaki bağın meyveleri, tamamı erkek olan evlatlarıdır. Bu çocuklar, anne ile babaları arasına sıkışmış, onları çevreleyen karanlık dışında hiçbir şey olmadan yaşamak zorundadır.
Bu oğlanlar büyüdükçe, hazin kaderleri onları gitgide daha da öfkelendirmeye başlar ve anne ile babalarını nasıl ayıracaklarını tartışmaya koyulurlar. Savaş tanrısı ve kardeşlerin içinde en kavgacı olan Tumatauenga, anne ile babalarını öldürmek ister fakat neyse ki kardeşler orman tanrısı Tane-mahuta’nın, anne ile babayı zorla ayırma planında karar kılarlar.
Her biri Rangi ve Papa’yı ayırmayı denerler fakat çabaları fayda etmez. İş yine Tane-mahuta’ya düşer. Tane-mahuta, muazzam kudretiyle göğü yerden ayırarak dünyaya ilk ışık huzmesini ve şafağı getirir. Bu ayrılıkla yıkılan Rangi gözyaşlarını kederli yağmur damlaları olarak yeryüzüne yağdırır, nehirleri ve gölleri oluşturur. Anne ile babanın ayrılığında kardeşlerin her biri ayrı bir görev edinir. Her şeyin olduğu gibi sürmesini istemiş olan rüzgar tanrısı Tawhirimatea gökyüzünde teselli bulup kardeşi Tane-mahuta’nın ağaçlarını fırtınalı gücüyle sarsar. Deniz tanrısı Tangaroa, Tawhirimatea’nın öfkesinden kaçıp okyanuslara sığınır.
Çiftin ayrılığının yası bugün bile hissedilebilir: Rangi üzgün üzgün ağlamaya devam eder, yeryüzüne yağmurlar yağdırır. Ayrıldığı karısı Papa ise yer sarsıntılarıyla toprağı yarmaya, böylece aralarındaki mesafeyi ortadan kaldırmaya çalışır. Fakat ikisi de sonsuza kadar ayrı kalırlar.
Maori Tanrılarının Soy Ağacı
Tangaroa (Deniz Tanrısı)
Tangaroa’nın denize kaçışı, özellikle de ailesi arasında kargaşa yaratır. Tangaroa’nın oğlu ve sürüngenlerin, köpekbalıklarının, kertenkele ve vatozların atası olan Punga, babasının ardından denize gider. Punga’nın iki oğlundan sadece biri, balıkların atası Ikatere, babasının izinden denizin derinliklerine dalar. Punga’nın diğer oğlu ve sürüngenlerin atası olan Tu-te-wehiwehi, kendini kuru topraklara bağlanmış halde bulur ve ormanlara