“İyi ama Tanrı aşkına orada ne işiniz vardı? Petlyura’nın Kızıl Han’da olamayacağı kesin!”
“Tanrı bilir. Sabah olduğunda aklımızı kaçırmak üzereydik. Gece yarısı olduğunda hâlâ orada gelecek müfrezeyi bekliyorduk. Ancak en küçük bir iz bile yoktu. Destek gelmemişti. Tabii ateş de yakamıyorduk, en yakın kasaba iki buçuk kilometre mesafedeydi. Han da sekiz yüz metre kadar uzaktaydı. Gece olunca bir şekilde bir şeyler görmeye başlıyorsun, tarlalarda hareket var gibi geliyor. Düşmanın sürünerek sana yaklaştığını sanıyorsun… Gerçekten gelseler ne yaparız diye düşündüm. Acaba tüfeğimi bırakır mıydım –ateş eder miydim, etmez miydim? Ateş etmek cazip geliyordu. Orada öylece durup kurtlar gibi uluduk. Haykırdığında hattan biri cevap veriyordu. Nihayet tüfeğimin dipçiğiyle karda bir çukur kazdım, orada oturdum ve uykuya dalmamaya çalıştım. O soğukta uykuya daldığın anda işin biter. Sabaha doğru artık daha fazla dayanamıyordum –içim geçmeye başlamıştı. Beni ne kurtardı, biliyor musun? Makineli tüfek ateşi. Şafak sökerken iki üç kilometre uzakta başladığını duydum. Ve ister inan, ister inanma ayağa kalkmak bile istemedim. Sonra top sesleri gelmeye başladı. Bacaklarımın her biri adeta bir tonmuş gibi hissediyordum, o hisle ayağa kalktım: ‘Buraya kadar. Petlyura kapıya dayandı.’ Birbirimize doğru geldik, hattı kısalttık. Böylece birbirimize seslenecek kadar yakın olacaktık ve eğer bir şey olursa birbirine yakın mesafeli bir grup oluşturacak, istikametimize doğru ateş açacak ve şehre doğu geri çekilecektik. Eğer bizi ezip geçerlerse çok yazık olacaktı. Ama en azından birlikte olacaktık. Sonra bir düşün, ateş kesildi. Sabahın ilerleyen saatlerinde üçerli gruplar halinde sırayla hana gidip ısındık. Bilin bakalım destek ne zaman geldi? Bu öğleden sonra saat ikide. Birinci Müfreze’den iki yüz tane yedek subay. Ve ister inanın, ister inanmayın hepsi de kürklü kalpaklardan keçe postallara kadar olması gerektiği gibi giyinmişlerdi. Bir makineli tüfek takımları vardı. Başlarında da Albay Nai-Turs vardı.”
“Ah! O bizimkilerden biri!” diye haykırdı, Nikolka. “Bir dakika, o Belgrad Süvarileri’nden değil miydi?” diye sordu, Aleksey.
“Evet, öyle o, bir süvari… Tahmin edeceğiniz gibi bizi görünce dehşete düştüler: ‘En az iki tane makineli tüfek takımınız olacağını düşünmüştük, bu halde nasıl başa çıktınız?’ dediler. Anlaşılan şafak vakti açılan ateş, yaklaşık bin kişilik bir birlik tarafından Serebryanka’ya yapılan bir saldırıymış. Bizim mıntıkanın ince bir hat tarafından korunduğunu bilmiyor olmaları şanstı, yoksa o çete şehre girebilirdi. Serebryanka’daki vatandaşlarımızın Post-Volynsk’e bağlı bir telefon hatlarının olması da şanstı. Saldırı altında olduklarını haber vermişler ve birkaç batarya da düşmana bir miktar şarapnel göndermiş. Kısa süre sonra heveslerinin kırıldığını, saldırıdan vazgeçtiklerini ve kayıplara karıştıklarını tahmin edersiniz.”
“İyi de kimmiş onlar? Petlyura’nın adamları olmadıkları kesin! Bu imkansız.”
“Kim olduklarını Tanrı bilir. Bence oralı köylülerdi, Dostoyevski’nin ayaklanan “Kutsal Rusya’sı”. Ahh –orospu çocukları…”
“Yüce Tanrım!”
“Yani” diye devam etti, Mişlayevski. Sigarasını adeta emer gibi içine çekiyordu. “Tanrıya şükür sonunda destek geldi. Sayım yaptık, otuz sekiz kişi kalmıştık. Şanslıydık, içimizden sadece iki kişi donarak ölmüştü. O kadar. Ölenlerin dışında iki kişiyi de dönüşte taşımak zorunda kaldık. Onların da bacaklarının kesilmesi gerekiyor…”
“Ne! İki kişi donarak mı öldü?”
“Ne olacaktı? Bir yedek subay, bir de subay. Fakat asıl olay Han’ın yakınlarındaki köy, Popelukho’daydı. Teğmen Krasin’le birlikte donan adamları taşıyacak bir kızak aramak için oraya gittik. Köy tamamen ölüydü. Ortada tek bir hayat belirtisi bile yoktu. Etrafı araştırdık, sonunda üzerinde koyun derisi paltosu ve koltuk değnekleriyle yaşlı bir adam saklandığı yerden çıktı. İster inanın, ister inanmayın, bizi görünce çok sevindi. Bir şeyler olduğunu o anda anladım. Ne olduğunu sordum. Perişan haldeki ihtiyar piç bağırmaya başladı: ‘Merhaba, delikanlılar…’ Ben de rol yapmaya başladım ve onunla Ukraynaca konuştum. ‘Bize bir kızak ver, babalık’ dedim. ‘Veremem’ dedi. ‘O subaylar bütün kızakları alıp Post’a götürdüler.’ Krasin’e göz kırptım ve ihtiyara sordum: ‘Kahrolasıca subaylar. Bütün köy nereye kayboldu?’ Sizce ne cevap verdi? ‘Herkes Petlyura’ya katılmak için gitti.’ Buna ne dersiniz, ha? Gözleri öyle kördü ki bizim de kapüşonlarımızın altında subay rütbesi olduğunu görmedi ve bizi Petlyura’nın adamlarından sandı. Ben de daha fazla dayanamadım, soğuğun da etkisiyle… Tepem attı… İhtiyarı o kadar sert bir şekilde yakaladım ki aklı başından gitti. Bu defa Rusça bağırdım: ‘Petlyura’ya gittiler, öyle mi? Seni geberteyim de gör bakalım, Petlyura’ya katılmak nasılmış! Seni öbür dünya nüfusuna kaydettireceğim, sefil ihtiyar!’ O anda bu pek vatansever ihtiyar (burada Mişlayevski taş yağmuru gibi küfürleri sıraladı) olan bitenin farkına vardı. Hoplayıp zıplamaya ve çığlık atmaya başladı: ‘Ah, efendim, ah efendim, bu ihtiyarı bağışlayın, ben şaka ediyordum, artık gözlerim pek iyi görmüyor, size istediğiniz kadar at vereceğim, hemen efendim, yeter ki beni öldürmeyin!’ Atları ve kızağı böyle aldık işte.”
“Post-Volynsk’e vardığımızda akşam olmuştu. Oradaki kaosu tarif etmem mümkün değil. Alıştırma yapan dört tane batarya saydım. Görünüşe bakılırsa cephaneleri yoktu. Her tarafta sayısız karargah subayı vardı. Ama tabii ki hiçbirinin neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. En kötüsü de elimizdeki iki cesedi bırakacak bir yer bulamamazdı. Sonunda bir ilk yardım vagonu bulduk. İnsan inanamıyor ama cesetleri almamak için güç kullandılar. Bize onları şehre götürüp oraya atmamızı söylediler! Buna gerçekten çok sinirlendik. Krasin, bize, ‘Petlyura gibi davranıyorsunuz’ deyip ortadan kaybolan bir subayı vurmaya kalktı. Nihayet gece çöktüğünde Şetkin’in karargah vagonunu buldum –elbette birinci sınıf, elektrik aydınlatmalıydı… Ve ne oldu dersiniz? Ufak tefek bir adam, bir çeşit emir eri bizi içeri almadı. Hıh! ‘Kendisi uyuyor’ dedi. ‘Albay rahatsız edilmemesi için emir verdi.’ Ben de tüfeğimin dipçiğiyle onu duvara yapıştırınca adamlarımızın hepsi bağırmaya başladı. Bu onların vagondan dışarı çıkmalarını sağladı. Şetkin saklandığı yerden çıkıp bizi yumuşatmaya çalıştı. ‘Aman Tanrım’ dedi. ‘Başınıza gelenler ne kadar korkunç. Evet, elbette hemen ilgileniyorum. Beylere çorba ve brendi verin. Hepinize üç günlük özel izin veriyorum. Yaptığınız tam bir kahramanlık. Kayıplarınız olması çok kötü, fakat onlar, asil bir dava uğrunda öldüler. Sizler için çok endişeleniyordum.’ Ağzındaki brendi kokusunu bir kilometre öteden alabilirdiniz… Aaah!” Mişlayevski birden esneyerek uykulu bir halde kafa salladı. Uykuluymuş gibi mırıldandı:
“Bizim müfrezeye bir vagon ve bir soba verdiler… Ama ben o kadar şanslı değildim. Çıkardığım olaydan sonra beni ayakaltından kaldırmak istedi. ‘Size şehre gitmenizi emrediyorum, Teğmen. General Kartuzov’un karargahına rapor verin.’ Hıh! Şehre lokomotifle gittim… Buz gibiydi… Tamara’nın Kalesi… Votka…”
Mişlayevski’nin ağzındaki sigara düştü, arkasına yaslandı ve anında horlamaya başladı.
“Tanrım, ne hikâye ama…” dedi, Nikolka, dalgın bir sesle.
“Elena nerede?” diye sordu, ağabey,