“Kimin bakışları zeka ile parlar?
Kim en hızlı koşar?
İstihkamcı Harbiyeliler!”
Aleksey melodiyi mırıldanmaya başladı. Bakışları sertleşti, ama yine de gözleri ışıldıyordu. Kan akışı giderek hızlandı. Fakat alçak sesle beyler, alçak sesle…
“Gerek yok koşmaya, kızlar,
Hazırız coşmaya, kızlar-”
Gitarın sesi zamanın içinde yankılanarak bir istihkâm bölüğünün uygun adımına doğru gitti –sol, sağ, sol, sağ! Nikolka hayalinde bir okul binası görüyordu. Yıkılan kolonlar, silahlar. Pencereden pencereye sürünerek giden, ateş eden harbiyeliler. Pencerelerde makineli tüfekler. Bir avuç asker okulu kuşatıyordu, gerçek anlamda bir avuç. Ama bunun bir anlamı yoktu. General Bogoroditzki korkmuş ve bütün harbiyelileri ile birlikte teslim olmuştu. Utanç verici…
“Gerek yok koşmaya, kızlar,
Hazırız coşmaya, kızlar.
Teftiş Mangası geldi!”
Nikolka’nın gözleri yine bulutlandı. Ukrayna’nın kızıl-kahve tarlalarına bir sıcak dalgası çöktü. Üzerlerini kaplayan tozla bembeyaz olmuş harbiyeli birlikleri, tozlu yollarda uygun adım ilerliyorlardı. Artık her şey bitmişti. Ne yazık… Kahretsin.
Elena kapının üzerindeki perdeleri kenara çekince o kumral saçları karanlık boşlukta belirdi. Kardeşlerine sevgiyle, saate ise tedirgin bir şekilde baktı. Bunun için iyi bir sebebi vardı; Talberg nerede kalmıştı? Elena endişeliydi. Bunu gizlemek için kardeşleriyle birlikte şarkıyı söyledi, fakat aniden durdu ve parmağını kaldırdı.
“Durun. Duydunuz mu?”
Müzik sesi bir anda durdu. Üçü birden kulak kesilmişti. Sesin ne olduğu konusunda yanılma ihtimalleri yoktu: Silah sesleri. Düşük, bastırılmış ve uzak. Tekrar duyuldu: Boo-oo-om… Nikolka gitarı elinden bıraktı. Sıkıntı içinde yerinden zıplayıp Aleksey’in yanına gitti.
Hol ve çizim odası oldukça karanlıktı. Nikolka bir sandalyeye takıldı. Dışarısı ise Noel Arifesi adlı oyunun seti gibiydi –karlı ve parıldayıp titreşen ışıklar. Nikolka pencereden dışarı baktı. Sesleri duymaya çalışırken hayalindeki pus ve okul binası yok oldu. Ses nereden geliyordu? Kalkık omuzlarını silkti.
“Tanrı bilir. Bana sanki Svyatoşino tarafındanmış gibi geldi. Ama bu çok saçma. O kadar yakında olamaz.”
Aleksey karanlıkta duruyordu. Pencerenin yanındaki Elena’nın gözlerinde, korkunun gölgesi görülüyordu. Talberg neden hâlâ gelmemişti? Bu ne anlama geliyordu? Onun endişesini hisseden ağabeyi, düşüncelerini dile getirme konusunda çok istekli olsa da hiçbir şey söylemedi. Sesin Svyatoşino’dan geldiğine şüphe yoktu. Yani silah seslerinin kaynağı şehirden on iki kilometreden daha uzakta değildi. Neler oluyordu?
Nikolka pencerenin mandalını sıkıca tuttu, diğer elini adeta kıracakmış gibi cama bastırdı. Burnunu da dümdüz olacak şekilde cama dayadı.
“Oraya gidip neler olduğunu öğrenmek isterdim…”
“Olabilir. Ama şu anda gidebileceğin bir yer yok…” dedi Elena, telaşlı bir halde. Kocasının en geç –ama en geç– öğleden sonra üçte evde olması gerekiyordu. Ancak saat on olmuştu.
Sessizce yemek odasına geri döndüler. Gitar, kasvetli bir sessizlikle orada öylece duruyordu. Nikolka mutfağa geçerek kızgın bir şekilde tıslayan, etrafı bezle sarılı semaveri getirdi. Masada içleri pastel renklerle boyalı, dışları ise yaldızlı karyalit süslemeli fincanlar vardı. Anneleri hayattayken bu takımlar yalnızca özel zamanlarda kullanılırdı, fakat çocuklar artık bunları günlük olarak kullanıyorlardı. Dışarıdaki silah seslerine, tehlikeye ve endişeye rağmen masa örtüsü beyaz ve kolalıydı. Bu, böyle şeyleri içgüdüsel olarak görebilen Elena ve Turbinlerin evinde büyüyen Anyuta’nın sayesindeydi. Dışarıda, şehre giden yollarda hain düşmanın, kar nedeniyle mahsur kalmış güzel şehrin barış ve huzur kalıntılarını postallarının altında ezerek un ufak etmeye hazır vaziyette bekliyor olması gerçeğine karşın, masa örtüsünün kenar işlemeleri parıldıyordu. Ayrıca aylardan Aralık olmasına rağmen uzun, sütun şeklindeki buzlu camdan yapılmış vazonun içinde bir demet mavi ortanca ve iki tane süzgün gül, hayatın güzelliğini ve kalıcılığını tasdik ediyordu. Çiçekler Elena’nın sadık hayranı olan, meşhur şekerlemeci La Marquise’deki tezgahtar kız ile Les Fleurs de Nice adlı çiçekçideki tezgahtar kızın arkadaşı olan Muhafız Alayı’ndan Teğmen Leonid Şervinski’den bir armağandı. Ortancaların gölgesindeki mavi desenli bir tabakta, birkaç dilim sosis, çan biçimli cam bir kapağın altında tereyağı, şekerliğin içinde şeker topakları ve uzun bir somun ekmek vardı. Durum böyle olmasa, insanın lezzetli hafif bir akşam yemeği için isteyebileceği her şey mevcuttu…
Demlik, horoz şeklinde parlak yünlü bir çaydanlık örtüsü ile örtülüydü. Semaverin parlak tarafı Turbinlerin yüzlerini, bozuk ve yamulmuş bir şekilde yansıtıyordu. Bu bozulma Nikolka’nın yanaklarını sobanın üstüne çizilen Momus’un yüzü gibi yuvarlak ve kabarık gösteriyordu.
Elena berbat görünüyordu. Kızıl lüleleri gevşek bir halde iki yandan sarkıyordu.
Talberg yanında Ataman’ın araba dolusu parası ile bir yerlere kaybolmuştu. Karanlık çöküyordu. Ona ne olduğunu kim bilebilirdi? İki erkek kardeş ilgisiz tavırlarla birkaç dilim ekmek ve sosis yediler. Altın renkli bir fincan çayla birlikte San Franciscolu Adam adlı kitap masada Elena’nın önünde duruyordu. Gözleri puslu ve baktığını tam göremez bir halde kelimelerin üzerinde gezindi:
“…karanlık, deniz, fırtına.”
Elena okumuyordu.
Sonunda Nikolka kendini daha fazla tutamadı: “Silah sesleri neden bu kadar yakından geldi? Yani, sonuçta…”
Birden sustu. Semaverdeki yansıması, o hareket ettikçe daha da bozuluyordu. Duraksadı. Saatin kolları onu geçti ve ding – dong yapa yapa ilerleyerek onu çeyrek geçeye geldi.
“Ateş ediyorlar, çünkü Almanların hepsi domuz” diye beklenmedik bir çıkış yaptı, ağabeyi.
Elena başını kaldırıp saate bakarak,
“Herhalde bizi burada kaderimize terk etmeyecekler, değil mi?” dedi. Sesinde umutsuzluk vardı.
Sanki aralarında sözsüz bir antlaşma varmış gibi iki erkek kardeş başlarını çevirip yalanlar söylemeye başladılar.
“Haber yok” dedi, Nikolka. Önündekilerden ağız dolusu bir ısırık aldı.
“Söylediğim her şey tamamen, hmm… Varsayım. Dedikodu.”
“Hayır, bunlar dedikodu değil” dedi, Elena, kesin bir dille. “Bu bir dedikodu değil–gerçek. Bugün Şeglova’yı gördüm. Bana o iki Alman alayının Borodyanka’dan çekildiğini söyledi.”
“Saçmalık.”
“Hayır, bir düşünün” diye söze başladı, Aleksey. “Almanların o alçak Petlyura’nın şehre yaklaşmasına müsaade etmesi mantıklı mı? Mümkün mü? Şahsen ben onunla bir an için bile bir orta yol bulabileceklerini hayal edemiyorum. Petlyura ve Almanlar –bu tamamen olanaksız. Almanlar, onun bir hayduttan başka bir şey olmadığını söylüyorlar. Bu çok saçma.”
“Sana inanmıyorum. Artık bu Almanların ne olduklarını ben de biliyorum. Birçoğunun kırmızı renkli kolluk taktığını gördüm. Geçen gün sarhoş bir Alman çavuşu, köylü bir kadınla birlikte