Beş parasız olmak konusunda otorite sahibi olduğumu söyleyebilirim. Taşradan gelme bir aktör oldum denebilir. Daha fazla delile ihtiyaç varsa, ki sanmıyorum, “basınla bağlantısı olan bir beyefendi” olduğumu ekleyebilirim. Haftada on beş şilinle geçindiğim olmuştur. Haftada on şilinle geçindiğim olmuştur; beşini borçlanmışımdır. İki hafta için de bir paltoyla geçindiğim olmuştur.
Ciddi anlamda beş parasız olmanın ülke ekonomisinin içyüzünü anlamaya yardımcı olması gerçekten de muhteşem bir şey. Paranın değerini öğrenmek istersen haftada on beş şilinle geçin ve gör bak kıyafetler ve eğlence için ne kadar para ayırabiliyorsun. Göreceksin ki çeyrek peni para üstü almak, bir peniyi muhafaza edebilmek adına bir buçuk kilometre yürümek önemli bir şey; bir bardak bira, sadece seyrek aralıklarla tadılabilecek bir lükstür ve tek bir yakalık da dört gün üst üste giyilebilir.
Evlenmeden hemen öncesinde bir dene bunu bakalım. Güzel bir deneyim olur. Oğlun veya varisin üniversiteye gitmeden önce bir denesin. Yılda yüzlük cep harçlığına laf etmez o zaman. Bazı insanların çok işini görür o para. Bin sekiz yüz doksan dört senesinden sonra üretilmiş kırmızı şarap içmeyen ve sade kızarmış koyun etindense kedi eti yemeyi tercih eden o narin çiçekleri de biliyorum. Bu zavallılarla zaman zaman karşılaşıyoruz ama çok şükür ki bunlar esasen sadece bayan yazarlarca bilinen o korkunç ve müthiş toplulukla sınırlılar. Bu insanlığın yararına! Ben bu yaratıkların hiçbir zaman menüyü tartıştıklarını duymuyorum ama kendilerini şehrin doğusundaki basit bir birahaneye götürüp boğazlarından aşağı ucuz, altı penilik bir akşam yemeği sokmak istiyorum: biftek, dört peni; patates, bir peni; yarım litre bira; bir peni. O anı (ki bira, tütün ve kızarmış domuzun karışan kokusu genelde canlı bir izlenim bırakıyor) belki gelecekte önlerine konan şeylere burun kıvırmalarını biraz azaltır. Bir de dilencinin dua ettiği şu cömert grup var; para üstü konusunda bonkör olan ama hiçbir zaman borçlarını ödemeyi düşünmeyenler… Onlara bile bu plan biraz sağduyu kazandırabilir. “Her zaman garsona bir şilin bırakıyorum. Daha az da verilmez ki…” demişti geçen gün Regent Sokağı’nda öğle yemeği yediğim genç hükümet görevlisi. On bir buçuk peni vermenin muazzam imkansızlığı konusunda ona katıldığımı söyledim ama aynı zamanda bir gün onu tuzağa düşürüp Covent Garden yakınlarındaki bir lokantaya götürmeyi de aklıma koymadım değil. Orada garson ayın sonuna doğru, görevini daha iyi yerine getirebilmek için sadece gömleğiyle hizmette bulunur ki o gömlekler bayağı kirlidir. O garsonu tanıyorum. Arkadaşım ona bir peniden fazlasını verirse adam saygısının bir göstergesi olarak o anda orada kendisiyle el sıkışmakta ısrar edecektir; bundan eminim. Meteliksiz olmak konusunda söylenmiş ve yazılmış bir sürü komik şey var ama gerçeklik komik değil. Peniler için pazarlık yapmak zorunda kalmak hiç de komik değil. Sefil ve pinti olduğunun düşünülmesi komik değil. Kirli pasaklı olmak ve adresinden utanmak hiç komik değil. Hayır, yoksulluğun komik hiçbir yanı yok – yoksul olan için. O, hassas bir adam için yeryüzündeki cehennemdir. Herkül’ün yaptıklarını yapabilecek birçok cesur beyefendinin kalbi, yoksulluğun aşağılık sefaletinden kırılmıştır.
Katlanılması zor olan şeyler, rahatsızlıkların kendileri değil. Hepsi o olduğu sürece kim biraz maddi sıkıntıyı dert eder ki? Robinson Crusoe pantolonundaki yamayı umursar mıydı? Pantolon giyiyor muydu? Unuttum. Yoksa pandomimlerde yaptığı gibi mi dolaşıyordu? Ayak parmaklarının çizmelerinden dışarı fırlamasını umursar mıydı? Hem onu yağmurdan koruduğu sürece şemsiyesi pamuktan olsa ne olurdu ki? Kirli pasaklı oluşu canını sıkmıyordu; hiçbir arkadaşı ona dudak bükmek için orada değildi ne de olsa.
Fakir olmak önemsizdir. Esas can acıtan, fakir olduğunun bilinmesidir. Paltosu olmayan bir adamı çabuk çabuk koşturan şey, soğuk değildir. İnanmayacağını bile bile sana paltoların sağlıksız olduğunu düşündüğü yalanını söylemesi ve asla şemsiye taşımamayı prensip haline getirmesidir sadece yüzünü kızartan. Yoksulluğun bir suç olmadığını söylemek kolaydır. Hayır, öyle olsaydı insanlar ondan utanç duymazdı. Ama bir soygundur ve bu yüzden de cezalandırılır. Fakir bir adam dünyanın her yerinde hor görülür; bir lord tarafından olduğu kadar bir Hristiyan tarafından, bir uşak tarafından olduğu kadar bir demagog tarafından hor görülür ve mürekkep yalamış gençler için yazılmış müsvedde defterinden çıkan özdeyişlerin çoğu da yoksul birine saygı duymayı öğütlemez. İnsanın düşüncesinde görünüş her şeydir; Piccadilly’de iyi giyimli olması koşuluyla Londra’nın en belalı, en yaramazıyla kol kola yürüyen bir adam arka sokaklardan birine girip pejmürde görünümlü bir beye birkaç söz söylemeden duramaz. O pejmürde görünümlü bey de durumu herkesten daha iyi bildiği gibi, tanıdık birine rastlamamak için yolu uzatmaya razıdır. Onu hali vakti yerindeyken tanıyanlar da hiç yüzlerini başka yöne çevirmeye tenezzül etmezler zaten. Pejmürde görünümlü bey, görülme ihtimalinden dolayı onlardan bin kat daha endişelidir. Onların yardım eli uzatmalarına gelince, bundan nefret ettiği kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordur. Tek dilediği unutulmaktır ve bu açıdan şanslıdır – çoğunlukla istediğini alır.
Kimse, diğer her türlü olayda olanın aksine, Zaman denilen o muhteşem homeopatik8 yaşlı doktorun yardımıyla beş parasız olmaya alışmaz. Eski toprak ile çaylak arasındaki farkı; yani yıllarca yaşadığı değişimler, mücadeleler ve olaylarla pişmiş eski toprak ile sefaletini saklamaya çalışan ve sürekli bulunacağı korkusuyla yaşayan zavallı acemi arasındaki farkı, tek bakışta anlayabilirsin. Hiçbir şey bu farkı, bu iki adamın saatlerini tefeciye veriş biçimlerinden daha iyi ortaya koymaz. Ne demiş şair: “Bir şeyi tefeciye verirken hissedilen hafiflik sanattan gelir, şanstan değil”. Bu iki adamdan biri, “Amca’nın Yeri”ne, tıpkı terzisine giderken büründüğü soğukkanlılıkla, hatta daha fazlasıyla girer. Asistan kibardır ve yan taraftaki bayanın büyük öfkesini göze alarak bir an önce onunla ilgilenir ki o bayan yine de kendisi yerine ilgilenilen müşteri “sıradan” biriyse durumu sıkıntı etmez. İşlemin keyifli ve profesyonel bir şekilde gerçekleştirilmesi nedeniyle, büyük bir satın alma durumunun söz konusu olduğu düşünülebilir. Ancak bir adam ilk tefeciliğinden ne kadar kazanabilir ki? İlk sorusunu “tefeciye veren” bir çocuk, onunla kıyaslandığında güven timsalidir. O kişi, mahalledeki bütün kaldırım mühendislerinin dikkatini çekmeyi başarana kadar dükkanın dışında dolaşır ve artık devriye gezen polislerin zihninde büyük şüphe uyandırmıştır. Camların muhtevasını dikkatlice inceledikten sonra (ki bunu etraftakilerde bir elmas bilezik veya benzeri bir şey alacağı hissini uyandırmak amacıyla yapar), nihayet içeri girer (ki bunu da sanki şişkinler çetesinin bir üyesiymiş gibi umursamaz bir kasıntıyla yapar). İçeri girdiğindeyse hiçbir şekilde duyulmamak istercesine alçak bir ses tonuyla konuşur ve hepsini tekrar söylemek zorunda kalır. “Bir arkadaşıyla” ilgili sohbeti esnasında sıra “ödünç vermek” sözcüklerine gelince kendisine bir an önce sağ taraftaki adliye binasına gitmesi ve köşeyi döndükten sonra ilk kapıya girmesi söylenir. Dükkandan, üzerinde kolayca sigara yakabileceğiniz bir suratla ve muhitin tüm sakinlerinin kendisini izlediği hissiyle çıkar. Söz konusu yere geldiğindeyse adını ve adresini unutmuştur ve umutsuz bir embesillik vakası olmuş çıkmıştır. Ciddi bir ses tonuyla “o şeye” nasıl sahip olduğu sorulduğunda kekeler ve kendisiyle çelişir. Tam da o gün onu çaldığını itiraf etmemesi bir