Hem ne de olsa o insanın içini ısıtan parıltı, dünyamızın küçük, soğuk arka odasına buram buram yanan alevden, aşktan daha uygundur. Aşk, görkemli bir tapınağın cazibeli ateşi olmalıdır; kilise orgunun cenneti anımsatan müzikler çaldığı büyük, loş bir mabedin ateşi… Aşkın beyaz alevi söndüğünde sevgi, mutlu bir şekilde yanacaktır. Sevgi günden güne beslenebilen bir ateştir ve kış dolu seneler yaklaştıkça üst üste, üst üste biriktirilebilir. Yaşlı amcalar ve teyzeler incecik ellerini kenetleyip onun yanında oturabilir, küçük çocuklar önüne yerleşebilirler. Arkadaş ve komşulara ise onun yanında bir “hoş geldin köşesi” ayrılmıştır. Hatta tüylü Fido ve yağlı Titty bile demirler arasından uzatıp burunlarını ısıtabilirler.
İyiliğin kömürlerini o ateşin üstüne yığalım. Hoş sözlerini, nazik dokunuşlarını, düşünceli ve bencil olmayan davranışlarını o ateşin üstüne at. Hoş mizacın, sabrın ve tahammülün ile ateşi yelle. O zaman rüzgarın esmesine, yağmurun yağmasına aldırış etmene gerek kalmaz, çünkü aile ocağın sıcak ve canlı olacak ve etrafındaki yüzler de dışarıdaki bulutlara inat güneşi doğuracaklardır.
Korkarım ki sevgili Edwin ve Angelina, aşktan çok fazla şey bekliyorsunuz. Sanıyorsunuz ki küçücük gönülleriniz bu azılı, sert tutkuyu ömrünüz boyunca besleyebilecek. Ah, şu gençler! O düzensiz ateşe çok fazla güvenmeyin. Aylar geçtikçe alev küçüldükçe küçülecek ve yakıt tazeleme imkanınız da yok. Ateşin sönmesini sinirle ve düş kırıklığıyla izlersiniz. Her iki tarafta da karşı tarafın daha soğuk davrandığı hissi hakim olur. Edwin tatsız bir şekilde artık Angelina’nın kendisini karşılamak için gülücükler ve yüz kızarıklığıyla kapıya koşmadığını görür. Ve artık öksürdüğünde, Angelina ağlamıyor ve kollarını boynuna sararak onsuz yaşayamayacağını söylemiyordur. Büyük ihtimalle en fazla yapacağı şey, pastil önermek olur ve bunu da öyle bir ses tonuyla söyler ki kurtulmak istediği şeyin her şeyden önce, gürültü olduğu anlaşılır.
Zavallı Angelina da içten içe ağlıyordur artık, çünkü Edwin onun eski mendilini, yeleğinin iç cebinde taşımaya son vermiştir.
Her ikisi de bir diğerinde gördükleri soğumayı şaşkınlıkla karşılarlar ama her ikisi de kendilerindeki değişimi görmez. Görselerdi böyle acı çekmezlerdi. Acının kaynağını doğru yerde ararlardı: zavallı insan doğasının küçüklüğünde. Birlikte başarısız olduklarını görüp el ele tutuşur ve evlerini yeni baştan, daha ayakları yere basan ve dayanıklı temeller üzerine kurarlardı. Ama kendi eksikliklerimizi görme konusunda gözlerimiz öylesine kör, başkalarınınkini görme konusunda ise öylesine açık ki… Başımıza gelen her şey her zaman için karşı tarafın suçu. Keşke Edwin o kadar tuhaf olmasa ve değişmeseydi. O zaman Angelina onu sonsuza kadar sevmeye devam ederdi. Keşke Angelina, Edwin’in ona ilk taptığındaki gibi kalsaydı. O zaman Edwin ona ebediyete kadar tapardı.
Aşkınızın lambası sönüp de sevginin ateşi henüz yakılmadığında ve hayatın soğuk, çiğ şafağında onu yakmak için el yordamıyla arandığınızda ikiniz için de keyifsiz bir saat başlamış demektir. Tanrı vere ki günün çoğu heba edilmeden ateş alsın! Birçokları sönmüş kömürlerin yanında gece olana kadar soğuktan donarak oturuyor.
Ama öğüt vermenin ne faydası var? Gençlik aşkının damarlarından hızla aktığını hisseden hangi insan daha sonra onun zayıf ve yavaş bir şekilde akacağını düşünebilir? Yirmi yaşındaki delikanlıya, altmış yaşına geldiğinde o zamanki kadar delice sevmeyeceği fikri imkansız görünür. Tanıdığı orta yaşlı veya ileri yaştaki beyefendiler arasında hummalı bağlılık gösteren kimseyi hatırlayamaz ama bu, kendisine olan inancına engel olmaz. Başkalarının aşkı başarısız olabilir ama onunki asla olmaz. Kimse onun sevdiği gibi sevmemiştir ve bu yüzden de dünyanın geri kalanının deneyimleri onun için rehberlik görevi gösteremez. Yazık ki otuzunda alaycıların mertebesine yükselmiştir. Suç onun değildir. Hem iyi hem de kötü tutkularımız yüz kızarıklığımızla birlikte sona erer. Otuzlu yaşlarımızda, yeniyetmelik dönemlerimizde olduğu gibi nefret etmez, yasa boğulmaz, sevinç duymaz, ümitsizliğe kapılmayız. Umutsuzluk, intihar anlamına gelmez ve başarı meyini alkol zehirlenmesi yaşamadan içeriz.
Yaşlandıkça her şeyi minör anahtarından alırız. Hayatın geç dönem operalarında az sayıda büyük pasaj vardır. Hırs daha az hırslı hedef almaya başlar. Onur daha makul hale gelir ve kendini ortamlara uygun biçimde adapte eder. Ve aşk… Aşk ölür. “Gençlik hayallerini saymamazlık” kısa sürede öldürücü soğuklar gibi kalbimize sokulur. Nazik yapraklar ve büyüyen çiçekler sararıp solarlar ve bir zamanlar filizlerini dünyanın çevresine sarma özlemi taşıyan asmadan geriye cansız bir kök kalır.
Benim önyargısız arkadaşlarım bütün bunları toplumsal değerlere aykırı olarak değerlendireceklerdir, biliyorum. Bir adam delikanlılıktan sonra âşık olmadığını söylediğinde saçında fazlaca gri belirene kadar iddiaları kulak verilmeye değer şeyler olarak görülmez. Genç hanımlar, bizim cinsimize ilişkin görüşlerini yine kendilerinin yazdığı romanlardan alıyorlar ve o kabus literatüründe erkekler için gizlenen gaddarlıklar Pisagor’un yolunmuş kuşu ve Frankenstein’ın ifriti ile kıyaslandığında ikinci grup, insanoğlunun sıradan örnekleri olarak kalıyor.
Bahsi geçen kitaplarda esas oğlanın ya da kendisinden hayranlıkla bahsedilen Yunan tanrısının hangi “Yunan tanrısına” o kadar çok benzediğini söylemezler; kambur Vulcan olabilir, ikiyüzlü Janus olabilir, hatta anlaşılması güç gizemlerin tanrısı, saçmalayan Silenus bile olabilir. Ancak beyefendi bir konuda onların hepsine benzemektedir: hergelelikte (ki belki de kastettikleri de budur). Ancak klasik modellerinin sahip olduğu erkeksilikten biraz bile nasibini almamıştır, çünkü kendisi kırklı yaşların sonlarında, uyuşuk, efemine bir budaladır. Ama bu yaşlı adamın hayat kaynağı olan sıradan bir kız öğrenciye karşı beslediği duyguların derinliğine ve kuvvetine bir bakın! Kendinizden utanın genç Romeo ve Leander’lar, bu her şeyden bıkmış yaşlı âşık, düzgün şekilde tanımlayabilmek için her isme dört sıfat gerektirecek histerik bir coşkuyla seviyor!
Bizim gibi yaşlı günahkarlar için siz sevgili bayanların sadece kitap okuyor olması iyi bir şeydir. İnsanlığı okursanız delikanlının utanarak kekelemesinin bizim cesur hitabetimizden çok daha doğru bir hikaye anlattığını bilirsiniz. Bir oğlanın aşkı sağlam bir yürekten gelir; bir adamınkiyse genelde doymuş bir karnın eseridir. Gerçekten de bir oğlanın cennetten gelen bir çubukla tıkanan yüreğinin hızla akan ve aktıkça biriken çeşmesiyle kıyaslandığında bir adamın ağır ilerleyen akıntısına aşk denemez. Aşkı tadacaksan gençliğin ayaklarına akıttığı o saf nehirden iç. Dalgaları yakalamak üzere eğileceğin zaman onun çamurlu bir nehir olmasını bekleme.
Yoksa onun acı tadını seviyorsun da temiz, berrak suyun tadı sana lezzetsiz mi geliyor? Ardından gelen kirliliğin tadı hoşuna mı gidiyor? Bize genç bir kızın yalnızca utanılacak bir hayatın pisliğiyle kirlenmiş bir el tarafından okşanmaya önem verdiğini söyleyenlere inanmalı mıyız?
Bu, günbegün o sarı sayfaların arasından bize haykırılan öğretidir. Merak ediyorum, o Şeytan’ın Avukatları Tanrı’nın bahçesinde dolanıp çocuksu Havvalara ve saf Âdemlere günahın tatlı ve edebin gülünç ve bayağı olduğunu söylerken ne büyük bir kötülük yaptıklarını durup bir düşünüyorlar mı hiç? Kaç masum kızı art niyetli kadınlar seviyesine çekmiyorlar ki? Ve kaç çelimsiz delikanlıya kirli yan yolların bir kızın kalbine giden en kestirme yol olduğunu göstermiyorlar? Hayatı olduğu gibi yazmıyor değiller. Doğruyu söylersen gerçek kendi başının çaresine bakar. Ama kullandıkları