Phoebus Apollon gülümseyerek cevap verdi. “Doğrusu ününü hak ediyorsun, çünkü bilgelikte sana denk kimse yok. Ben de şimdi gidip Kyrene’yi, onun adıyla anılacak topraklara götüreceğim. İleride onun çocukları büyük ve kudretli şehirler inşa edecekler oraya. Güçleri ve bilgelikleriyle adları tüm dünyaya yayılacak.”
Kyrene böylece Libya topraklarına geldi ve oğlu Aristaios doğdu. Hermes, bebeği şanlı Horai’ye götürdü ve Horai de ona sonsuz yaşam bahşetti. Oğlan uçsuz bucaksız Libya düzlüklerinde yaşadı, kalabalıklara katıldı ve yeryüzünün en zengin hasadını yaptı. Arılar en tatlı ballarını, gemiler en yumuşak yünlerini getirdiler ona. Mısır tarlaları onun için firesiz hasat verdi. Elinin değdiği üzümlerin hiçbiri çürümedi, onun otlaklarında beslenen sürülere hastalık uğramadı. Onun topraklarında yaşayanlar dedi ki; “Kavga ve savaş insanoğluna böyle armağanlar sunmaz. O yüzden barış içinde yaşayalım.”
Hermes
Uzun zaman önce, sabahın erken saatlerinde, Kyllenian tepesindeki bir mağarada, Zeus ve Maia’nın oğlu Hermes doğdu. Fani anaların çocukları gibi huzur içinde uyurken, kundağının kumaşı usulcacık nefesiyle hafif hafif oynuyordu. Ama Güneş Tanrısı, ateşten arabasını daha göğün yarısına kadar bile sürmemişken, bebek kutsal beşiğinden kalktı ve karanlık mağaradan dışarı adım attı. Eşiğin önündeki çimlerde tembel tembel yemeğini yiyen bir tosbağa vardı. Çocuk onu görünce neşeyle güldü. “Ah, ne şans ama!” dedi. “O parlak alacalı kabuğunla nereden geliyorsun böyle? Artık benimsin, seni mağarama götürmeliyim. Bir çatı altında olmak, dışarıda olmaktan iyidir. Her ne kadar canlıyken faydalı olsan da öldüğünde tatlı tatlı şarkı söyleyeceğini bilmek seni rahatlatacaktır.”
Böylece çocuk Hermes, hazinesini iki koluyla kaldırdı ve mağaraya taşıdı. Orada eline demir bir çubuk geçirdi ve kaplumbağanın canını aldı. Göz açıp kapayana kadar kabuğunda delikler açtı ve onları sazdan kamışlarla doldurdu. Ardından kabuğun üzerine bir parça öküz derisi gerdi ve koyun bağırsağından yedi teli gererek lirini yapmayı bitirdi. Üzerine bir yayla vurunca havaya tatlı bir müzik dalgası yayıldı. Genç erkeklerin ve kızların köy şölenlerinde çaldıkları neşeli şarkılara benziyordu çocuk Hermes’in şarkısı. Zeus ile Maia’nın aşkını ve tanrıların kudretli soyundan dünyaya gelişini anlatırken Hermes’in gözleri kurnazca parlıyordu. Su perisinin, annesinin parıltılı evinde gördüklerini şarkılarla anlatmaya devam etti. Ama bu sırada, o şarkı söylerken zihni başka şeylerle meşguldü. Şarkısı bitince Hermes mağarasından geceye süzülen bir hırsız gibi çıkıp hilekâr işine koyuldu.
Güneş Tanrısı, arabasıyla göğün yokuşunu hızla inerken ve atlarını okyanus akıntısına doğru ağır ağır sürerken, Hermes, Pieria’nın gölgeli tepeliklerine, tanrıların hayvanlarının beslendiği geniş otlaklara geldi. Orada sürüden elli hayvanı aldı ve Kyllenian tepesine götürmeye hazırlandı. Ama önünde uçsuz bucaksız kum çölleri uzanıyordu. Sürünün izleri hırsızlığını ele vermesin diye, hayvanları eğri büğrü yollardan dolaştırdı ve sonunda Hermes’in onları çaldığı yere gidiyormuş gibi göründüler. Kendi ayak izlerinin de onu ele vermemesi için çok özen gösterdi. Üzerindeki yapraklarla birlikte kıvrılmış ılgın ve mersin dallarından kendine alelacele bir sandalet yaptı ve Pieria’dan hızla uzaklaştı. Onu tek bir kişi gördü. Onchêtos’un güneşli düzlüklerindeki üzüm bağında çalışan ihtiyar bir adam. Hermes hemen yanına gidip, “İhtiyar, bu kökler meyveye durduğunda bir sürü şarabın olacak. Bu arada büzülmüş omuzlarının üzerindeki başın akıllı olsun ve gereğinden fazlasını hatırlamasın,” dedi adama.
Karanlık tepelerin üzerinde, derin vadilerin içinde, çiçekli düzlükler boyunca hızla ilerleyen çocuk Hermes, sürüsünü önüne katmıştı. Gece parladı ve söndü; ay, gökteki saat kulesine tırmandı ve Hermes, sabahın ilk ışıklarıyla büyük Alpheian nehrinin kıyılarına vardı. Orada sürüsü otlaklarda beslendi. O da odun topladı, iki çubuğunu birbirine sürterek insanoğullarının yaşadığı yeryüzünde parlayan ilk alevi tutuşturdu. Duman gökyüzüne ulaşıp altındaki alev şiddetle çatırdarken Hermes sürüsünden iki hayvan getirdi, onları sırtüstü yatırıp ikisinin de canını aldı. Derilerini sert bir kayanın üzerine koydu, etlerini kesip on iki parçaya ayırdı. Böylece Hermes, insanoğullarının ölümsüz tanrılara sunacağı adakları düzenleme hakkını kazandı. Ama açlıktan midesi kazınsa da ağzına ne bir parça et ne de yağ sürdü. Kemikleri ateşte yaktıktan sonra ılgın ağacından sandaletlerini de Alpheios’un hızlı akıntısına attı. Ardından ateşi söndürdü ve külleri tüm kudretiyle çiğnedi, ta ki solgun ay gökyüzünde yeniden yükselene kadar. Sonra Kyllenian'a doğru hızla yol aldı. Ne bir tanrı ne de bir insan gördü onu ilerlerken. Köpekler bile havlamadı. Sabahın ilk ışıklarıyla annesinin mağarasına vardı ve bir yaz esintisi gibi usulca anahtar deliğinden içeri girdi. Küçük ayakları taş zeminde hiç ses çıkarmadan beşiğine ulaşana dek ilerledi. Beşiğine varıp uzandı. Sol elini bir bebek gibi çarşafların arasında oynatırken sağ eliyle çarşafların altındaki kaplumbağa-lirini tutuyordu.
Ama ne kadar kurnaz olursa olsun annesini kandıramadı. Annesi, Hermes’in beşiğine geldi ve “Gecenin karanlığında nerelerde dolaştın?” dedi. “Hilekâr çocuk, seni bu yaramazlıkların mahvedecek. Leto’nun oğlu birazdan gelip seni götürecek, kolay kolay kurtulamayacağın zincirlere vuracak. Çekil gözümün önünden zavallı çocuk, kutsal tanrıları endişelendirmek, insanoğluna bela olmak için doğmuşsun!”
Hermes nazikçe, “Anne,” dedi, “benimle neden fani bir bebekmişim, her şeyden korkan, ufacık bir kaş çatışa ağlayacak bir zavallıymışım gibi konuşuyorsun? İkimiz için de neyin iyi olduğunu biliyorum. Neden burada, bu virane mağarada kalalım ki? Kalbimizi neşelendirecek ne bir armağan ne de bir şölen var burada. Ben kalmayacağım. Tanrılarla ziyafet çekmek, içinde uğuldayan rüzgârların estiği bir mağarada yaşamaktan daha güzel. Apollon’a karşı şansımı deneyeceğim, çünkü onunla denk olduğumu düşünüyorum. Eğer o bana katlanmazsa ve babam Zeus davamı sahiplenmezse, kendi başıma ne yapabileceğime bakacağım. Pytho’daki tapınağına gidip oradaki ayaklıkları ve kazanları,