MISIR! Bu büyülü kelimeyi duyunca zihnimizde ne muazzam görüntüler canlanıyor. İhtişamlı bir müzik eşliğinde, sütunlarla çevrili koridorlarda yürüyen beyaz cüppeli rahiplerin kutsal kafilesi; yakıcı düzlükler üzerinde sık bir nizam içinde toplanmış ya da düşman saflarına karşı konulamaz biçimde hücum eden, ışıltılı zırhlar kuşanmış askerler; baştan aşağı mücevher bezeli ipeklerle ve altın renkli kıyafetlerle donanmış kral ve kraliçenin saltanat alayının, onlara övgüler yağdıran halkın kalabalığı arasından geçişi; hayranlık uyandıran, hatta içimize bir huşu düşüren ışığın, yaşamın ve çeşitli renklerin görüntüsü… İşte bu mistik ismi duyduğumuzda gözümüzün önünde canlanan manzaralardan bazıları.
Düşüncelerimiz her defasında da tek bir konuya dönüp duruyor: Mısır’a dair fikirlerimizi şekillendiren o devasa yapılara. Düşlerimizde canlandırdığımız ister bir piramit ya da tapınak, ister bir dikilitaş veya sfenks olsun, her defasında içimize bir gizem düşüyor ve bu yapıları yeryüzünde yükselten insanlara karşı hayretle karışık bir saygı duyuyoruz. Bu insanlar kimdi, dayanıklı taşlarla inşa edilen bu devasa yapılar ne için tasarlanmıştı diye kendimize soruyoruz. Tanrıları uğruna bu denli muazzam tapınaklar inşa etmeleri için onlara ilham veren inançları nasıl bir inançtı? Bu sırların bir kısmı son yüzyılda gün yüzüne çıkarıldı, ama henüz ortaya çıkmayan çok gizem var.
Halkların erken dönem inançlarıyla bağdaştırılmış efsaneler, bu insanların nasıl büyüyüp geliştiklerini, karanlıktan ışığa nasıl ulaştıklarını anlamamıza yardımcı oluyor. Bu gelenek içinde ırkımızın köken hikâyeleri de bolca bulunuyor, Yunan ve Roma mitleri zaten herkesçe biliniyor. Ancak Mısır hikâyelerinde, yavaş yavaş gelişmeye başlayan bu halkın çocukluk çağıyla alakalı anlatılabilecek çok az şey buluyoruz. Tuttukları kayıtlarda ne kadar geriye gidersek gidelim, Mısır’ı, söylence evresinin neredeyse tamamen ötesine geçmiş diniyle birlikte, gelişmiş bir medeniyet döneminde görüyoruz. İsis’in çektiği acılar ve eşi Osiris’i arayışı, Mısır inançlarıyla alakalı çok büyük bir efsaneyi oluşturuyor; ancak muhtemelen bu anlatı bile bir efsaneden çok bir alegori niteliği taşıyor.
Mısırlıların inancı, dünya üzerindeki tüm inançlar kadar asil ve yüce bir öze sahipti. Daha sonradan sonsuz sayıdaki ikincil tanrıların dahil olduğu karmaşık bir inanca dönüştü, fakat bunun sebebi inancın kendisi değil rahiplerdi. Mısırlılar, Tanrı’nın izlerini dört bir yanda görüyorlardı: Nil’in yükselişinde, toprağın bereketlenmesinde, kuşlarda, hayvanlarda, güneşte, ayda, gökyüzünde, yeryüzünde ve denizde. Tabii ki yalnızca doğaya tapan insanlar değildiler. İçlerinde bir merak yahut hürmet uyandıran doğanın bu farklı yönleri, aslında yarattığı her eserde kendisine dair bir iz bulunabilecek “Yüce Tanrı”nın bir nişanesiydi. İnsanlar, en güzel eserlerini bu tanrıya armağan ederek onu şereflendirmeliydi.
İşte Mısır halkı böyle böyle gelişerek güç sahibi oldu, zaman içinde de yerlerini başkalarına devretti. Buna rağmen yaptıkları eserler daimiydi. İnsanların günlük yaşamlarına yön veren inanç, gerçekten de sonsuza dek yaşayacak gibi görünen anıtların doğmasını sağladı. Mısır’ın ihtişamlı zamanları çoktan son buldu; lakin bu anıtlar, o halkın geçmişteki büyüklüğüne şahit olmuş sessiz birer tanık olarak yeryüzünde yükselmeye devam ediyor.
Doğumumuz, uyku ve unutuştan başka bir şey değil; Bizimle yükselen ruh, yaşamımızın yıldızı, Işıkla başka bir yerde buluştu, Ve çok uzak diyarlardan gelip bize kavuştu. Bütünüyle bir unutulmuşluktan Yahut mutlak bir çıplaklıktan değil! Geliyoruz, bulutların o ihtişamlı patikasından, Yuvamız olan Tanrı’nın yanından.
ANTİK MISIR
1. BÖLÜM
Antik Mısır Halkı
Uçsuz bucaksız, çorak bir çöl… Her iki tarafı da bu çölle çevrili, verimli topraklara ev sahipliği yapan dar bir toprak şeridi… Bu şeridin ortasından akan ve ağız kısmında geniş bir delta yapan büyük, gri bir nehir… İşte Mısır. Hikâyemizin geçtiği eski çağlarda bu deltada şimdikinden daha fazla nehir kolu bulunuyor, bu kollar da sazlıklar ve çimenlerle dolu geniş bataklıklara dökülüyordu, şimdiki hoş topraklardan eser yoktu.
O zamanlarda ülkenin esas merkezi deltanın üst tarafında yer alan uzun kıyı şeridiydi, insanların çoğu burada yaşıyordu. Gece gündüz harıl harıl çalışıyor, nehrin çok cömert davrandığı topraklar üstünde harcadıkları çabanın meyveleriyle hayatta kalıyorlardı. Ancak bununla birlikte savaşçı bir ırktılar; zaman içinde öylesine geniş ve uzak toprakları fethettiler ki başka hiçbir halk zenginlikte, güçte ve egemenlikte onlarla boy ölçüşemiyordu. Mısırlılar, sahip oldukları bilge insanların mühim öğretileri, yetenekleri, bilgileri; her şeyin ötesinde de inançları ve bugün medeniyet olarak adlandırdığımız tüm şeyler sayesinde güçlerine güç katıyorlardı. Sözün özü, altı bin yıl önce dünyevi bilgelik ve semavi ilimde diğer halklara kıyasla çok ilerideydiler.
İnsanlar, ülkedeki mesleklerine ve konumlarına göre sınıflara ayrılmıştı, hiç kimse hükümdarın izni olmadan bir üst sınıfa geçemezdi. Buna rağmen fakir doğmak, hayatın tümünü kölelikle geçirmek anlamına gelmiyordu. Mütevazı bir başlangıca rağmen ülkedeki en yüksek mertebelere ulaşmayı başaran birçok insan vardı.
Ulusun başında bir hükümdar vardı. Kanunda, savaşta ve dinde en üstün yetki onundu. Onun rızası olmadan hiçbir şey yapılamazdı. İstekleri kanun hükmündeydi, hiç kimse onun emirlerini sorgulamayı düşünemezdi. Tanrının temsilcisiydi, dahası soyunu bizzat Güneş Tanrısı’na dayandırmıştı. Bu sebeple Mısırlı hükümdarlar, “Güneşin Oğlu” olarak da anılıyorlardı. Hanedanda bir prens dünyaya geldiğinde bu semavi ruhun bir kısmı ona geçerdi. Eğer bu prens başa geçemezse, bu ruh özel bir güç sergilemezdi; yani prensin diğer insanlardan bir farkı olmazdı. Bu prens tahtı ele geçirdiği anda ise ruh kendini gösterir, böylece prens, tebaasının gözünde onların taptığı tanrılar kadar ulu bir kişilik halini alırdı. Hatta ölümünden sonra bu hükümdar, bir tanrı olarak onurlandırılır, heykeli de tapınaktaki tanrı heykellerinin arasına yerleştirilirdi.
Hükümdarın birçok adı vardı, ama halk tarafından genel hükümdarlık unvanlarıyla nitelendirilemeyecek kadar kutsal bir kişilikti, bu nedenle insanlar ona özel isimler türettiler ve genelde bu isimleri kullandılar. Bunlardan en yaygını, “tüm insanların bir arada yaşadığı büyük yuva” ya da “halkına yaşam bahşeden yüce kişi” anlamına gelen “firavun”du.
Firavunlar, savaşta orduların başında bulunmadıkları zamanlarda başkentteki dini festivalleri yönetiyor, yargılama süreçlerini yürütüyorlardı. Çok kısıtlı boş vakitlerini avlanarak geçirmeyi seviyorlardı. Zaman zaman emrindeki sanatçılara, kendilerini savaş arabası içinde, ülkenin etrafını çevreleyen çölü mesken tutmuş aslanları ya da başka vahşi hayvanları katlederken resmetmelerini emrediyorlardı.
İtibar konusunda firavunun hemen ardından, yönetim konusunda eşiyle eşit haklara sahip olduğu varsayılan kraliçeler geliyordu. Yine de böyle olduğu çok az görülürdü; daha sessiz mizaçları, daha münzevi bir hayat sürmelerine sebep oluyor, bu yüzden halkın önüne daha az çıkıyorlardı. Buna rağmen kimi zaman bu topraklarda büyük bir güç haline gelen kadın hükümdarların yükseldiği de olurdu. Bu örneklerden ikisini bu kitapta göreceğiz.
Kraliyet ailesindeki prensler devletin başlıca mevkilerinde görevlendiriyorlardı. Kimisi rahip oluyor, kimisi ordunun başına geçip bir general görevini üstleniyor, kimisi de ülkenin bölündüğü idari bölgeleri yönetiyordu. Neredeyse hükümdarlara yaraşır şartlara sahiptiler, sürdükleri yaşam ise her açıdan firavunun saraydaki yaşamıyla hemen hemen aynıydı.
Bir sonraki sınıfı güçlü soylular ve savaşçılar oluşturuyordu. Bu kişiler özellikle ayrıcalıklı kimselerdi, çünkü askeri hizmetlerinin karşılığında her birine vergilerden tamamıyla muaf toprak parçaları veriliyordu. Ayrıca içlerinde