Melahat bu sözleri merakla dinliyordu.
Bu esnada, bulundukları odanın kapısı önünde ayak sesine benzeyen bir çıtırtı oldu. Cevdet Bey şüphelenerek hemen kapıyı açtı, uzun ve tenha koridorda ayağının ucuyla kuş gibi sekerek yürüyen bir kadın gördü ve tanıdı.
“Nazikter… Efendimizin en çok sevdiği kızlardan biri.”
Melahat masanın önüne oturdu. Benzi sapsarı olmuştu.
“Baba,” dedi, “işte ben en ziyade bu kızdan korkuyorum!”
GÜL BAHÇESİNDE PADİŞAH’LA YEMEK
Melahat, guruptan az evvel, babasının gösterdiği gizli yoldan, kimselere görünmeden gül bahçesindeki kameriyeye gitmişti.
Genç kızın kalbi hızla çarpıyordu. O, sarayda bulunduğu şu birkaç gün içinde Abdülhamit’in ne kadar baskıcı ve vesveseli bir hükümdar olduğunu anlamıştı.
Gül bahçesindeki kameriyenin altında otururken kendisinin çok talihli bir kız olduğunu düşünerek seviniyordu.
Öyle ya, Yıldız Sarayı’nda yüzlerce saraylı kadın vardı. Ayrıca güzelliğiyle bilinen gözdeler de Hünkâr’ın etrafında pervane gibi dolaşıp kendilerini beğendirmeye ve efendilerinin ilgisini kazanmak için saray içinde yekdiğeri aleyhinde bin türlü fırıldaklar çevirmeye çalışıyorlardı.
Bu nihayetsiz dedikodular ve entrikalar içinde Padişah’ın yalnız Melahat ile meşgul olması, elbette genç kızın gururunu okşayacak bir hadiseydi.
Melahat, güller arasında tatlı hülyalar ve düşüncelerle gurubu seyrederken, birdenbire ensesinde bir erkek elinin dolaştığını hissederek korktu.
Başını arkaya çevirdiği zaman Padişah’ı gördü ve yerinden fırlayarak ona olan sevgisini belli etmek istedi.
Abdülhamit, genç kızın oturduğu yerden kalkmasına engel oldu.
“Hiç kımıldama, yavrum!” dedi. “Seninle beraber, güneşin denizde nasıl yıkandığını görelim.”
Melahat, Padişah’ın mizaç ve tabiatını yeni öğreniyordu. Fazla bir şey söyleyemedi. Abdülhamit, gün doğumundan ziyade gurubu izlemekten hoşlanır ve ekseriya güneş batmadan evvel bu kameriyenin altına gelerek yarım saat kadar otururdu.
Başını Melahat’in omzuna dayadı.
“Bak,” dedi, “güneş denize dalarken çevresinde ne kadar cazip ve şairane manzaralar oluşuyor. Söyle bakayım, sen de benim gibi gurubu sever misin?”
“Evet, cariyeniz de gurubu çok sever.”
“Şimdi daha ziyade gözüme girdin, Melahat! Ben sevdiğim kadının zevk ve hislerinin kendi zevk ve hislerime uygun olmasını çok arzu ederim. Kaç gündür hep seni gözlemliyorum. Daima benim hoşlandığım şeylerden zevk alıyorsun; hatta benim sevdiğim yemekleri senin de çok sevdiğini görüyorum. Bundan dolayı çok memnunum. Eğer gurubu sevmeyip de gün doğumundan hoşlanmış olsaydın derhal gözümden düşecektin! Ben hiçbir zaman yeni doğan, yeni vücut bulan şeylerden hoşlanmam. İsterim ki her şey benim gözümün önünde gurup etsin! Gözlerimin önünde sönen ve eriyen şeyleri izlemek biraz hazin de olsa, doğan ve yükselen maddeleri izlemek kadar tehlikeli değildir.”
Abdülhamit bu esnada, Melahat’in yanına oturmuştu. Hemen elinin altındaki sarı kayısı güllerinden bir tane kopardı ve genç kızın göğsüne taktı.
“Bu gül, pembe göğsün üstünde ne güzel ve ne muhteşem bir manzara arz ediyor. Şu sevimli çiçek, senin zarif ve pembe göğsünde bir saat kalabilmek için bütün hayatının sönmesinden şikâyet etmeyecektir. İnsan bile bazen bir saatlik saadet için bütün ömrünü feda edebilir, öyle değil mi?”
Melahat gözlerinin içiyle güldü, bir cevap vermedi. Genç kız, Padişah’ın bu sözlerinden fevkalade duygulanmıştı.
Abdülhamit bu işvebaz kızın tavırlarından çok hoşlanıyordu.
Ortalık biraz daha karardı. İnsanın beynini afyon içmişçesine uyuşturan keskin gül kokuları içinde mest olan Melahat, Padişah’ın kucağına yattı.
Muhteris Hükümdar, başı göğsünün üstüne düşen bu dilberi kuvvetli kollarıyla sıktı ve pembe vücudunu vahşi dişleriyle gül yaprakları koparır gibi öpmeye ve didiklemeye başladı.
“Kız, sen ne güzelsin! Kız, sen ne sevimli bir meleksin!”
Ve sonra, titreyen kollarının kuvveti kesildi. Çarpan dişlerini gıcırdatarak birdenbire semaya doğru haykırdı:
“Allahım! Sen bu melekleri, erkek kullarını çıldırtmak için mi yarattın?”
Bir ayak sesi sessizliği yok etti. Gül fidanlarının arasından siyah bir baş göründü.
“Yemek hazırdır Efendimiz, ferman buyurulursa buraya getireyim.”
“Cafer… Sen misin?”
“Kölenizim, Sultanım!”
Abdülhamit, sevgilisine sordu:
“Burada yemek yemek çok hoş olacak, değil mi?”
“Cariyeniz, arzuyu şahanelerine tabidir.”
Padişah yorgun bir sesle Haremağası’na cevap verdi:
“Kimse görmeden yemek tablasını buraya getir. Eski şarabı da unutma!”
FEHİM PAŞA, MELAHAT’İ GÖRÜNCE
Ertesi sabah, Melahat babasının Yıldız’daki yazı odasında otururken kapı açıldı ve içeriye kısa boylu, tıknaz, esmer bir adam girdi.
Cevdet Bey derhal yerinden kalkıp, “Vay, Paşam! Siz buralara gelir misiniz?” diyerek onu karşıladı ve yer gösterdi.
Bu adam Abdülhamit’in en sadık hafiyelerinden Fehim Paşa’ydı.
Abdülhamit o günlerde Fehim Paşa’ya mühim bir iş vermişti. Beyoğlu’nda birkaç Türk gencinin bazı mahallere Padişah aleyhinde beyannameler yapıştırması üzerine, meselenin gayet gizli bir surette takip edilmesi ve araştırılması görevi Fehim Paşa’ya havale edilmişti.
Beyanname meselesinden Cevdet Bey’in de haberi vardı. Padişah bu husustaki endişesinden ona da bahsetmişti.
Cevdet Bey, Fehim Paşa’ya sordu:
“Hayırlı bir netice elde edebildiniz mi?”
“Mümkün değil.”
“Efendimiz bu işi çok merak ediyorlar.”
“Size fazla açıklama yaptı mı?”
“Her şeyden haberim var. Hatta bu sabah da sarayın kapılarından birinde aynı beyannamelerden bulmuşlar.”
Fehim Paşa gözlerini açarak haykırdı:
“Vay alçaklar! Buraya kadar el uzatmaya cesaret ha!”
“Evet Paşam… Biz de hayretler içinde kaldık.”
“Mesele, Zat-ı Şahane’ye bildirildi mi?”
“Hayır.”
“Ne duruyorsunuz?”
“İzzet Paşa’yı bekliyoruz.”
“Niçin? Vakit geçirmek caiz değil.”
“Efendim, İzzet Paşa’nın hanesine de aynı beyannamelerden yapıştırmışlar. Telgrafla az evvel haber verdi ve biz de kendisine buradaki olayı