“Zaten bütün bunlar hep onun başının altından çıkıyor, Padişahım.”
“Ben onun kimseyle görüştürülmemesini irade etmiştim. Sen de onunla bu kadar uğraşma.”
Abdülhamit, Melahat’i kollarından çekip dizinin dibine oturttu ve sevmeye başladı.
Melahat, çok ince, ipekli bir elbise giymişti. Padişah bu güzel ve zeki kızın kollarını okşarken sol omzunda ufak bir put işareti gördü. Gözlerini açarak derin bir hayret içinde Melahat’in bembeyaz omzunu tetkike koyuldu.
“Kız, sen Müslüman değil misin? Bu omzundaki haçın mânâsı nedir?”
Melahat sol omzunu daima Padişah’tan saklamaya çalışırdı.
Genç kız efendisinin bu ani şiddet ve öfkesi karşısında şaşırmıştı.
Abdülhamit, Melahat’i yere yatırarak bağırmaya başladı:
“Kız! Çabuk söyle bana! Sen İsa’nın mı, yoksa Muhammed’in misin? Hangi peygamberin ümmetindensin?”
Melahat, zor bir durumda kalmıştı. Hakikati itiraftan başka çare yoktu.
Padişah en yüksek sesiyle, yumruklarını sıkarak bağırıyordu:
“Kız, çabuk diyorum, anlat bana bu işin sırrını! Sen Müslüman mısın, yoksa Hıristiyan mı?”
Melahat’in söyleyeceği sözler boğazında düğümleniyordu.
“Evvelce Hıristiyandım Padişahım. Şimdi hamdolsun Müslümanım!”
“Demek ki sen Cevdet Bey’in kızı değilsin. Öyle mi?”
“Padişahım…”
“Sus! Nihayet Cevdet de beni aldattı, ha?”
Abdülhamit rovelverini çekti.
“Haydi, anlat bana! Sen Cevdet’e ne maksatla baba diyorsun?”
”Efendimiz! Cariyeniz Bursa’nın Apollon köyünden balıkçı Apustol’un kızıydım. Babam dereden balık tutardı ve öyle geçinirdik. Köyümüzün manzarası, havası ve suyu çok güzel olduğundan, Bursa’ya, kaplıcalara gelen birçok kimseler köyümüze de gezmeye gelirlerdi. Cevdet Bey Bursa’ya gelmiş, oradan da köyümüze uğramıştı. Dere başında oynarken beni görmüş. Ben o vakit sekiz yaşındaydım. Cevdet Bey’in hiç çocuğu olmadığı için beni çok sevmiş ve evlat olarak almak istemiş. Babamla konuşmuş. Sonra annem de gelmiş, onunla da görüşmüşler, her ikisi de razı olmuş. Nihayet Cevdet Bey babama bir avuç para verdi ve beni Apollon’dan alıp İstanbul’a getirdi.”
Padişah rovelverini cebine koymuştu. Melahat, Hünkâr’a hayatını aynen anlatıyordu, sözüne devam etti:
“İstanbul’a gelince Cevdet Bey’in evinde beş on gün kaldıktan sonra üstümü başımı düzelttiler ve beni Fransız mektebine verdiler. Cevdet Bey, cariyenize hakiki babalık vazifesi yapmıştır, Padişahım. Artık benim hayatta ondan başka babam yok!”
“Köyündeki Apustol’u nasıl unutuyorsun?”
“Onlar çoktan öldüler.”
“Ya ölmeseydiler?”
“Yine unutacaktım. Çünkü köyde dere başında geçen hayat, cariyeniz için çok tahammül edilmez ve ilkeldi. İstanbul’a geldim, tahsil ve terbiye gördüm, adam oldum.”
Abdülhamit sağ elinin başparmağıyla sakalını kaşıyarak bir müddet düşündü.
“Kız, senin bu dediklerine inanayım mı?”
“Efendimize yalan söylemeye nasıl cesaret edebilirim?”
“Eğer anlattıkların yalan çıkarsa vay hâline.”
“Şimdi babamı çağırıp sorabilirsiniz, Padişahım!”
“Fakat Cevdet bu işin içyüzünü bana şimdiye kadar neden anlatmadı?”
“Babam cariyenizi o kadar sever ki, hakiki evladı olsaydı, onunla bile belki bu derece meşgul olmazdı.”
Padişah alaycı bir tavırla sordu:
“Bugün de sana hâlâ hakiki evlat gibi mi bakıyor?”
“Emin olunuz, Padişahım.”
Melahat’in kumral saçları beyaz omuzları üzerine dökülmüştü. Padişah’ın böyle bir sebepten dolayı kendisine kıyacağını ümit etmiyordu.
Hünkâr ilk şiddetini kaybetmişti.
“Meseleyi bir defa da babana sorayım!” dedi. Ellerini çırptı, içeriye giren haremağasına derhal Cevdet Bey’i getirmesini söyledi, sonra Melahat’e hitap etti:
“Haydi, kalk!” dedi. “Sen Şeytan ile Melek’in temasından hâsıl olmuş bir mahluksun!”
Eliyle genç kızın saçlarını okşadı.
“Eski ismin neydi bakayım?”
“Afrodit.”
“Afrodit mi? Bu ne güzel isim!”
“Köyümüzde bu ismi taşıyan benden başka çocuk yoktu.”
“Peki, bu omzundaki işaret nedir?”
“Efendimiz, o köyümüzün eski bir âdetidir. Kadın erkek herkesin eline, göğsüne, koluna yahut omzuna, böyle deri altına mavi boya ile resim ve yazı işlerler. Hatta bazı köylülerin yüzlerinde bile vardır. Cariyenizin de omzuna bir put işlemişler.”
“Mademki Müslüman oldun, bu münasebetsiz işareti şimdiye kadar vücudunda taşımakta ne mânâ vardı?”
“Cevdet Bey birkaç defa çıkartmak istedi, fakat canım acır diye korktum.”
“Canın da pek kıymetli galiba! Onu bir daha omzunda görmeyeceğim!”
Abdülhamit tekrar ellerini çırptı ve içeriye giren haremağasına, “Bana şimdi Süleyman Bey’i çağırınız,” dedi. “Takımlarını alsın da gelsin!”
Hekim Süleyman Bey’den evvel Cevdet Bey huzura girmişti.
Padişah eskisi gibi hiddetli değildi. Melahat’in kendisinden merhamet dilenen nazarları Abdülhamit’in asabını gevşetmişti. Yine de Melahat’i kızım diye tanıttığı için Cevdet Bey’e kızgındı.
Padişah, sadık kölesi içeriye girer girmez, “Gördün mü şu yediğin haltı?” diye bağırdı.
Cevdet Bey evvela bu sözden bir şey anlamadı ve şaşkın şaşkın etrafına bakınırken birden Melahat’in çıplak omuzlarını gördü.
Cevdet Bey’in rengi kül gibi olmuştu. Padişah başını sallıyor ve soğuk soğuk gülerek söyleniyordu:
“Ne bakıyorsun? Yoksa Afrodit’i tanımadın mı? Cevap versene!”
Cevdet Bey vaziyetin vahametini anlamıştı. Ağzından bir kelime bile çıkmıyordu.
“Fazla düşünme, ben Apollon yıldızından her şeyi öğrendim.”
“Afrodit’i evladımdan fazla sevdiğim için, onun tahsil ve terbiyesine fazlasıyla itina ettim, Padişahım! O, evladımdan başka bir şey değildir ve tamamıyla Türkleşmiştir.”
Abdülhamit, Cevdet Bey’den de aynı hikâyeyi dinleyince rahatlamıştı. Hünkâr’ı sinirlendiren bir şey varsa,o da Melahat’in omzundaki putu şimdiye kadar vücudunda taşımasıydı.
Padişah, Cevdet Bey’i bundan dolayı azarlıyordu. Tam bu esnada Hekim Süleyman Bey elinde ameliyat çantasıyla soluk soluğa, yorgun