Mencius’a göre, eğitim insanın özündeki iyiyi uyandırmak amacına hizmet etmelidir. Eğitimde ezbercilikten değil, sorgulamacılıktan yanadır. “Tek kitabı olan insan hiç kitapsız insandan daha tehlikelidir” derken bu sorgulamacılık ön plana çıkar.
Mencius toplumdaki sıradan insanların önemini de vurgulamaktadır. Konfüçyus genel anlamda yönetici sınıflara saygıyla yaklaşırken Mencius halkın taleplerine kulak tıkayan ve zulümle hükmeden iktidarların gerekirse zorla alaşağı edilmeleri gerektiğini söyler. Adaletle hükmetmeyen iktidarın artık gerçek bir iktidar olmadığını kabul eder. Zamanının zalim kralı Zhou’nun devrilip öldürülmesi üzerine “Ben zorba Zhou’nun öldürüldüğünü duydum, kral Zhou’nun öldürüldüğünü duymadım” demesi dikkat çekicidir. Konfüçyus’tan farklı olarak, Mencius krala “sadece kral olduğu” için hürmet edilmesi gerektiğini değil, kralın da o hürmeti hak edecek bir adaletle hüküm sürmesi gerektiğinin savunucusudur. Bu anlamdaki düşünceleriyle Mencius çağlar öncesinden günümüz insanının düşüncelerine yakın sözler söyleyebilmiştir.
Mencius ölümünün ardından Zoucheng’deki, bugün Mencius Mezarlığı denenen yere gömüldü. Mezarında üzerinde mezar taşı taşıyan ve ejderhalarla çevrili tasvir edilmiş dev bir taş kaplumbağa heykeli bulunmaktadır.
7
HSÜN TZU
Klasik Çin felsefesinin üç temel düşünüründen biri olan Hsün Tzu söyledikleriyle o günlerde yavaş yavaş oluşmaya başlayan Antik Yunan felsefesinin gelişini de müjdemelektedir.
Çince yazılışı “Xun Zi” olan Hsün Tzu, Konfüçyus ve Mencius’la birlikte Konfüçyusçu felsefenin üç önemli düşünüründen biridir. Mencius’tan daha karmaşık ve bütüncül bir düşünce yapısı olduğu söylenebilir. Düşünür Çin tarihinde “Savaşan Devletler Dönemi” denen MÖ 453- MÖ 221 yıllarının sonuna doğru yaşamıştır. Bu dönem aynı zamanda klasik Çin felsefesinin bir bütün olarak ortaya konduğu çağdır. Klasik Yunan’a göre daha çeşitli düşünceler içeren bir dönemde yaşadığı için Hsün Tzu da etikten metafiziğe, siyaset kuramlarından dil felsefesine kadar farklı alanlarda düşünceler ileri sürmüştür. Ona göre, insan doğası içsel olarak bir pusulaya sahip olmadığı ve başıboş bırakılırsa yozlaşmaya eğilimli olduğundan, özünde kötüdür. Bu nedenle ritüeller dengeli bir toplumun önemli bir parçasıdır. Dengeli bir toplum yaratma yolundan insani değerlerin tanrılar ve doğadan çok daha etkin olduğunu savunması yönüyle de döneminin diğer düşünürlerinden ayrılmaktadır. Sonraları Konfüçyus felsefesinden ayrı bir düşünür olarak kabul edilse de her zaman için çok araştırılan bir düşünür olan Hsün Tzu doğaüstü güçlere insan hayatında çok az yer vermesiyle kendinden sonraki düşünürleri etkilemiştir.
İlk kez MÖ 264 yılı civarında Jixia Akademisi’nde hocalık yaparken, ellili yaşlarında tanınan düşünür devlet görevlerinde de çalışarak valiliğe kadar yükselmiştir. Öğrencileri Li Si ve Han Feizi’nin sonraları Konfüçyus karşıtı düşüncelerin sıkı savunucuları olması, hocalarının da Konfüçyusçu düşünceye bağlılığının sorgulanmasına yol açmıştır.
İnsanın özünde hem iyi, hem de kötü olduğunu ve eğitimin de iyinin çoğaltılıp kötülüğün azaltılmasına hizmet ettiğini söyleyen Hsün Tzu insanın nihai amacının da iyiye ulaşmak olduğunu söyler. Bu düşüncesiyle insanın özünde tamamen iyi olduğuna inan diğer düşünürlerden (örneğin Rousseau) ayrılan Çinli bilge insanın kendi doğal ortamında eğitim görmesi durumunda çok daha iyi eğitileceğini de öne sürmektedir. Sınıflara kapatılmış, kitap okuyan çocukların değil dışarıda, hayatın içinde eğitim gören çocukların gelecekteki hayata daha iyi hazırlanacağını söyleyen Hsün Tzu bu tür bir eğitimin insanın özünde var olan kötü eğilimleri de dizginleyeceğini söyler.
8
TAGORE
“Sanatçı-düşünür” Tagore, felsefesini yazdığı şiirlerle, bestelediği şarkılarla, yaptığı resimlerle yaymaya çalıştı. Bir yandan barışı yaydı, bir yandan da Nazizimle savaştı…
Geleneksel Hint kültürüyle Batılı modernizmin birleştiren ve bu nedenle “Doğu ile Batı’nın arabulucusu” olarak anılan şair/düşünür Rabindranath Tagore (okunuşu: Rabindranat Tagor) 7 Mayıs 1861’de doğdu. Çiftlik sahibi Hindu dini refomcusu Maharishi Debendranath Tagore ile Sarada Devi’nin 14. oğlu olarak Thakur soyadını taşıyan yazar, İngiliz egemenliğindeki Hindistan’ın başkenti Kalküta’da dünyaya geldi. 17 yaşına bastığında Brighton’da bir okula kaydını yaptırdı. Ancak bir süre sonra eğitimini yarım bırakmak pahasına da olsa Hindistan’a döndü ve ilk müzikli oyununu yazmaya başladı.
1880’li yılların ortasından sonra yazdığı çok sayıda şiir kitabı, öykü ve oyunlarını birkaç gazetede yayımlayan Tagore tüm yapıtlarını Bengal diliyle kaleme almış ve bir bölümünü kendisi İngilizce’ye çevirmiştir. 1901 yılında sahip oldukları Huzurun Evi (Santiniketan) adlı çiftlik eviyle aynı adı taşıyan özel okulu, elli yıl sonra uluslararası devlet üniversitesi olarak kabul edilmiştir. Huzurun Evi Tagore’un yönetimi altında Doğu ve Batı kültürleri arasında bir köprü görevi üstlenmiştir.
Düşünür yüzyılın başlarında Bengal dilindeki ilk gerçekçi psikolojik roman olma özelliği taşıyan Gözündeki Kum’u yazdı. Tagore Gözündeki Kum’da daha sonraki romanı Deniz Kazası’nda olduğu gibi Hindu toplumunun aşka ve duygulara düşman zorlayıcı unsurlarını inceledi. En önemli nesir yapıtı olan Gora’da da ayrı tavrı sergileyen yazar siyasal ve dinsel alanda hoşgörüyü savundu. Kırk dokuz yaşında yayımladığı İlahiler adlı şiirleriyle 1913 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu. Bu yapıt Tagore tarafından seslendirilmiş, şarkı biçimine dönüşen çoğunlukla melankolik 115 şiiri kapsamaktadır. Şiirlerinde çoğunlukla Tanrı özlemi, sevgi, aşk ve doğa tasvirlerini tema edinen yazarın eserlerinde sembolizmin etkisi görünmekte ve bu eserler mistik bir bütünlük gözlenmektedir. Lirik ve felsefi yapıtları yirmi sekiz cildi kapsayan Bengal edebiyatının yenileyicisi Tagore, bu eserlerinden dolayı 1915’li yıllardan sonra ülkesinde büyük saygı uyandırmıştır.
İzleyen yıllarda başta Amerika ve Avrupa’nın çeşitli ülkeleri olmak üzere, milliyetçilik ve Batı kültürüyle Asya kültürünün kaynaşmasına yönelik konferanslar vererek hedeflerini anlatan Tagore, 1915’de İngiltere Kralı tarafından “Sir” asalet unvanına değer bulundu. Ancak Sir Tagore, Amritsar Katliamı adıyla tarihe geçen olayı protesto etmek amacıyla bu unvanı dört yıl sonra iade etti. Bundan sonraki romanlarında ana temalarının yanı sıra bütün ırk ve sınıfların dayanışmasına yönelik görüşlerini dile getirirken, yapıtlarında bir taraftan insanın saygınlığını, diğer taraftan ise toplumun giderek teknikleşmesini ve totalitarizmi işledi. İnsana düşman olan bu tür gelişmelere karşı açılan savaşlardan hemen hepsini hümanizm kazanıyordu.
Sanatın hemen