Gece, sanki utancın ve korkunun kaynağı karanlığıymış gibi, birbirlerine sarılmak için öbür dünyanın ikamet ettiği bir mezara girercesine bu odaya gizlenen adamla kadının üzerine iniyor.
Adam:
– Seni seviyorum! diyor kadına.
Gayet anlaşılır biçimde duyuyorum. Seni seviyorum! Şimdiden neredeyse birbirine karışmış bu iki insanın dudaklarından dökülen derin anlamlı bu cümleyi duyduğumda, tüm benliğimle titriyorum. Seni seviyorum! Karşısındakine hem bedenini, hem kalbini sunan iki kelime. Yaratılanın ve yaratılışın büyük çığlığı. Seni seviyorum! Şu an aşkın yüzüne bakıyorum.
Adam, kadına yaklaşırken, acele ve tutarsız sözcükler sıralıyor art arda. İçtenlik, bu sözcüklerin içinde yok olup gidiyor gibi geliyor bana. Adam, sanki gerekli cümleleri bir an önce sıralayıp, sevişme faslına geçmek istiyor gibi:
– Görüyorsun ki, birbirimiz için yaratılmışız… Ruhlarımız arasında, bir yakınlık var. Hiçbir şey karşılaşmamıza ve birbirimize ait olmamıza engel olamazdı. Tıpkı dudaklarımızın birbirlerine yaklaştıkları anda birleşmelerine hiçbir şeyin mani olamayacağı gibi. Ahlak kurallarının, sosyal ayrımların bizim için önemi yok… Aşkımızın hamurunda sonsuzluk ve sınırsızlık var.
Adamın sesiyle rahatlayan kadın “Evet” diyor.
Ama ben, onları can kulağıyla dinlediğimden, adamın yalan söylediğini ya da kelimelerin arasında başıboş dolaştığını hemen anlıyorum… Aşk hayran olunası bir şeye dönüşüyor. Adam kutsal şeylere saygısızlık ediyor, dilinin ucundaki göstermelik bir günlük duayla onurlandırdığı sonsuzluk ve sınırsızlıktan, boşuna medet umuyordu.
Sıradan sözlere boş veriyorlar… Kadın, biraz düşündükten sonra, başını sallıyor. Bu defa, özür ve şükür ifade eden sözcükleri dile getirme sırası onda. Hatta daha da ileri gidip gerçeği söylüyor:
– Çok mutsuzdum…
“Ne uzun zaman oldu!…” diye başlıyor kadın.
Bu hikâyeyi, günah çıkarır gibi, alçak sesle ve alelacele tekrarlamak, onun sanat eseri, şiiri ve duası… İnsan, onun, bu noktaya tamamen doğal bir şekilde vardığını anlıyor. Belli ki, ne vakit yalnız kalsalar, tepeden tırnağa bununla doluyor.
…Giysileri gösterişsiz. İçeri girdiğinde, siyah eldivenlerini, ceketini ve şapkasını çıkarmıştı. Koyu renk bir etek, kırmızı bir bluz var üzerinde. Boynunda ince bir altın zincir parlıyor.
Otuz yaşlarında. İpeksi düz saçları muntazam çehresini çevreliyor. Sanki onu önceden tanıyormuşum gibi geliyor bana, tanıyor da kim olduğunu çıkaramıyormuşum gibi.
Yüksek sesle kendinden bahsetmeye, hayli zor geçmiş olan hayatını anlatmaya koyuluyor.
– Ne hayattı ama sürdüğüm! Ne tekdüze, ne boş! Küçük şehir, ev, oraya buraya yerleştirilmiş ve yerleri, mezar taşları gibi, asla değişmeyen mobilyalarıyla salon… Bir gün, orta sehpasını farklı şekilde yerleştirmeyi denedim. Yapamadım.
Yüzü solup, daha ışıklı hale geliyor.
Adam onu dinliyor. İnce yüzünde, bir an, sabırlı, teslimiyet dolu bir gülümseme beliriyor. Ama hemen ardından, biraz acı veren bir yorgunluğa bırakıveriyor yerini. Her ne kadar, kadınların hayran olduğuna emin olduğum kocaman gözleri, aşağıya sarkan bıyıkları, dokunaklı ve mesafeli duruşuyla biraz kafa karıştırsa da, evet, gerçekten yakışıklı bir adam. Hani şu kibar, çok düşünen ve kötülük yapan insanlara benziyor. Her şeyin üstünde görünüyor ve her şeyi yapma gücüne sahip sanki… Kadının anlattıklarını can kulağıyla dinlemese de, ona duyduğu arzuyla, heyecan içinde bekliyor gibi görünüyor.
…Ve aniden gözlerimin önündeki perde kalkıyor, gerçek önüme seriliyor: bu iki insanın arasında çok büyük bir fark var. Sonsuz bir uyumsuzluk gibi, derinliği yüzünden göze büyük görünen, yüreğimi yaralayacak kadar dokunaklı bir fark bu.
Adamı harekete geçiren tek şey, kadına duyduğu arzu, kadını harekete geçirense, sıradan hayatından kurtulma ihtiyacı. İstekleri aynı değil. Beraber gibi görünseler de, değiller gerçekte.
Aynı dili konuşmuyorlar, aynı şeyleri söylediklerinde bile, birbirlerini neredeyse hiç anlamıyorlar. Onları gördüğüm ilk andan beri, birbirlerini hiç tanımamış olsalar, beraberlikleri bundan daha sağlam olurdu diye düşünüyorum.
Ama adam, gerçekte aklından geçeni söylemiyor. Bunu sesinden, tonlamasındaki sevimlilikten, seçtiği melodik kelimelerden anlamak mümkün. Kadını etkilemek istiyor ve yalan söylüyor. Adam açıkça kadından daha üstün, ama kadın, bir çeşit dâhice dürüstlükle hükmediyor ona. Adam kelimelerinin efendisi, kadınsa kelimeleriyle tüm benliğini sunuyor ona.
…Kadın, önceki hayatını anlatıyor.
– Yatak odasının ve yemek odasının pencerelerinden meydanı görüyordum. Ortada, ayaklarının dibinde gölgesiyle, bir çeşme vardı. Oturup, saat kadranına benzeyen bu küçük, beyaz ve yuvarlak meydanda, günün akşama dönmesini seyrediyordum.
“…Postacı, hiç düşünmeden, gün boyu defalarca gelip geçiyordu meydandan. Cephaneliğin kapısında, bir asker hiçbir şey yapmadan duruyordu… Ve öğle vakti bir matem çanı gibi gelip çattığında, ortalıkta kimse kalmıyordu. Özellikle de öğle vakti çalan matem çanlarını anımsıyorum. Gün ortası, sıkıntının kusursuzluğu.
“Hayatımda hiçbir şey olmuyordu, hiçbir şey de olmayacaktı. Benim için hiçbir şey yoktu. Artık benim için gelecek yoktu. Eğer günlerim böyle devam edecekse, beni ölümden uzak tutacak tek bir şey yoktu. Hiçbir şey! Evet! Hiçbir şey!… Sıkılmak, ölmek demek. Benim hayatım çoktan ölmüştü ama yine de onu yaşamam gerekiyordu. Bir intihardı bu. Başkaları bir silah ya da zehirle öldürür kendini, ben dakikalar ve saatlerle intihar ediyordum.”
– Aşkım! diyor adam.
– Günün sabah doğduğunu, akşam yok olduğunu gördükçe, ölmekten korktum ve bu korku, benim ilk tutkum oldu… Yaptığım bir ziyaret sırasında ya da gece yarısında ya da alışveriş sonrası, manastırın duvarı boyunca yürüyerek evime dönerken, sık sık, bu tutkunun neden olduğu umutla titredim!…
“Ama kim çekip çıkaracaktı beni oradan? Benim bile kendimi ancak zaman zaman fark ettiğim bu görünmez gemi batığından kim kurtaracaktı beni? Etrafımda, kıskançlıktan, kötülükten ve duyarsızlıktan oluşan bir çeşit tezgâh dönüyordu… Gördüğüm ve duyduğum her şey, beni doğru yola geri çevirmeye çalışıyordu, üzerinde yürüdüğüm o sefil doğru yola.
“…Madam Martet’i biliyorsun, biraz yakınlık duyduğum tek arkadaşımdı o. Benden sadece iki yaş büyüktü. İnsanın sahip olduklarından dolayı memnuniyet duyması gerektiğini söylerdi bana. Ben de cevap verirdim: ‘Eğer sahip olduklarımızdan dolayı memnuniyet duymamız gerekiyorsa, bu her şeyin sona ulaştığı anlamına gelir. Ölüme yapacak bir şey kalmamış demektir. Bu lafın hayata son noktayı koyduğunu görmüyor musunuz?… Bu söylediğinize gerçekten inanıyor musunuz?’ Evet, diye yanıt verirdi. Ah, korkunç kadın!
“Ama korku duymak yeterli değildi, bu sıkıntıdan nefret etmem gerekiyordu. İnsan nefrete nasıl sahip olur? Bilmiyorum.
“Kendimi tanıyamıyordum; ben, ben değildim