Ayrıca günü, bir savcıyla, yani iki sene önce Sudan’a gönüllü giden ve dönmek için hiç acelesi olmayan Per Åkeson’un yerine gelen adamla yaşadığı tartışmayla rezil olmuştu. Åkeson’dan her mektup alışında Wallander onu kıskandığını hissediyordu. Çünkü Åkeson tam da Wallander’in hayalini kurduğu şeyi yapıp sil baştan başlamıştı.
Wallander ellisine merdiven dayamıştı ve nadiren itiraf etse de biliyordu ki hayatındaki dönüm noktası olaylar geride kalmıştı. Polis olmak dışında bir şey olamayacaktı. Emekliliğe kadar kalan yıllarında en iyi yapabileceği şey, işlenen suçların failini bulmak ve bilgisini daha genç nesillere aktarmaktı. Fakat onu bekleyen hayatını değiştirecek kararlar yoktu, yani bir Sudan yoktu.
Tam ceketini giymek üzereyken telefon çalmıştı. Önce arayan kadını tanımadı. Derken Stefan Fredman’ın annesi olduğunu fark etti. Üç yıl öncesinden kalma bölük pörçük anılar ve kopuk görüntüler birkaç saniye içinde canlandı. Kızılderili bir savaşçı gibi görünmek için her yerini boyayan bir çocuktu Fredman. Kız kardeşini delirten adamlardan intikam almış ve küçük erkek kardeşinin ödünü patlatmıştı. Kurbanlarından biri de kendi babasıydı. Wallander huzurunu kaçıran o son görüntüyü hatırlayınca ürperdi: Oğlan kız kardeşinin cesedinin yanında diz çökmüş ağlıyordu. Sonrasında ne olduğunu bilmiyordu Wallander; sadece çocuk, hapishane yerine güvenli bir akıl hastanesine kapatılmıştı.
Şimdiyse annesi Anette aramış, oğlanın öldüğünü haber veriyordu. Kendini camdan aşağı atmış. Wallander taziyelerini bildirdi, hem de bu konuda içtendi, gerçi Wallander üzüntüden çok, ümitsizlik ve çaresizlik hissetmişti. Kadın onu neden aramıştı, hâlâ anlamıyordu. Ahize kulağında durdu, kadının suratını anımsamaya çalıştı. Onunla sadece iki üç kez karşılaşmıştı, o da topu topu 14 yaşındaki bir çocuğun bu vahşi suçları işleyebildiğine inanmakta güçlük çekerek gittiği Malmö banliyösündeki evindeydi. Kadın utangaç ve gergindi. Kadında bir çekingenlik vardı, sanki her an her şey en kötü biçimde olacakmış gibi bekliyordu. Aslında onun durumunda, çoğunlukla öyleydi. Wallander bunları hatırlayınca acaba kadın alkol ya da ilaç bağımlısı mıydı, diye merak etti. Ama bilmiyordu. Yüzünü zihninde canlandıramıyordu. Sesini hatırlamıyordu.
Kadın, Wallander’in cenazeye katılmasını istiyordu. Çok az insan olacaktı. Stefan’ın küçük kardeşi Jens haricinde aileden geriye tek o kalmıştı. Wallander de sonuçta onlara iyi dileklerini sunmuştu. Wallander gelirim demişti. Söylediği anda fikrini değiştirmişti ama artık iş işten geçmişti.
Stefan’ın doktorlarından birini aradı, psikiyatri koğuşuna alındıktan sonra çocuğa neler olduğunu öğrenmeye çalıştı. Stefan son birkaç yıldır ağzını açıp tek kelime bile etmemiş, dış dünyadan kendini soyutlamıştı. Ancak hastanenin zeminindeki asfalta küt diye düşen çocuk tepeden tırnağa savaşçı gibi boyanmıştı. Boyadan yapılmış o rahatsız edici maske ve kan birbirine karışmıştı ve orada yatan gencin kim olduğuna dair hiçbir ipucu vermiyordu ancak şiddete meyilli ve genel anlamda ilgisiz bir toplum hakkında ciltlerce şey söylüyordu aslında.
Wallander arabayı yavaş sürdü. O sabah takım elbisesini giydiğinde pantolonunun üstüne olduğunu görünce şaşırmıştı. Kilo vermişti demek ki. Geçen sene diyabet teşhisi konduğundan beri yeme içme alışkanlıklarını düzenlemişti, egzersize başlamıştı ve kilo veriyordu. İlk başlarda günde birkaç kez tartıya çıkıyordu ama sonunda banyodaki tartıyı bir öfkeyle fırlatıp atmıştı.
Fakat doktoru insaflı davranmamış, Wallander’in sağlıksız beslenme alışkanlığı ve sıfıra yakın egzersiz yapma huyunu değiştirmesi için ısrar etmişti. Bunca lafın üstüne, sonunda Wallander harekete geçmişti. Kendine bir eşofman ve spor ayakkabı almıştı, düzenli yürüyüşe çıkıyordu. Martinson birlikte koşmayı teklif edince Wallander kendine bir hat çizmişti. Maria Caddesi’nden başlayıp Sandskogen parkının içinden geçip geri döndüğü, yaklaşık bir saat süren düzenli bir tur oturtmuştu. Haftada en az dört kez yürüyüşe çıkmak için kendini zorluyordu, aynı zamanda en sevdiği fast-food mekânlarından kaçınmaya çalışıyordu. Sonuç olarak, kan şekeri düşmüştü ve kilo vermişti. Bir sabah tıraş olurken aynada avurtlarının tekrar çökük durduğunu fark etmişti. Âdeta yapay bir yağ tabakası ve bozuk ciltten sonra gerçek suratını geri almak gibiydi. Kızı Linda da onu en son gördüğünde bu değişime bayılmıştı. Öte yandan emniyette dış görünüşü hakkında yorum yapan kimse olmamıştı. Sanki kimse kimseyi görmüyor, diye düşündü Wallander. Birlikte çalışıyoruz ama birbirimizi hiç görmüyoruz.
Wallander, Mossbystrand’dan arabayla geçti, bu sonbahar sabahında yol boştu. Altı yıl önce lastik bir botun burada kıyıya vuruşunu ve içindeki iki cesedi hatırladı.
Bir an aklına esmesiyle birlikte frene bastı ve geriye döndü. Çok vakti vardı. Arabayı park edip indi. Rüzgâr yoktu ve hava belki sıfırdan bir iki derece yüksekti. Wallander paltosunun düğmelerini ilikledi, kum tepeciklerinden denize inen dolambaçlı yolu izledi. Kimse yoktu ama kumda ayak izleri vardı, insanların ve köpeklerin ayak izleriydi bunlar. Bir de atların. Wallander denize doğru baktı. Bir kuş sürüsü tablolardaki gibi güneye doğru uçuyordu.
Onları bulduğu noktayı dün gibi hatırlıyordu. Zor bir soruşturmaydı ve bu soruşturma Wallander’i Letonya’ya kadar sürüklemişti. Riga’da Baiba’yla tanışmıştı. Wallander’in bir zamanlar tanıyıp sevdiği Letonyalı bir polisin dul eşiydi.
Görüşmeye başlamışlardı. Uzunca bir süre böyle yürütebileceklerini, kadının İsveç’e taşınacağını sanmıştı. Hatta ev bile bakmışlardı. Fakat kadın yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Wallander kıskançlıkla, başka birisini bulduğunu düşünmüştü. Hatta bir kere uçakla Riga’ya kadar gitmiş, habersizce, sürpriz bir ziyaret yapmıştı. Ama başka bir erkek yoktu. Sadece Baiba’nın başka bir polisle evlenmeye ve az kazandığı ama ona yeterli gelen çevirmenlik işini bırakıp memleketinden ayrılmaya dair şüpheleri vardı. Böylece ilişkileri sona ermişti.
Wallander deniz kıyısında yürüdü ve onunla en son konuşmasının üstünden bir yıl geçtiğini fark etti. Hâlâ ara sıra rüyasına giriyordu ama Wallander onu hiçbir zaman avucunda tutmayı başaramıyordu. Ne zaman ona yaklaşsa ya da dokunmak için elini uzatsa kadın kayboluyordu. Wallander onu özleyip özlemediğini düşündü. Kıskançlığı kaybolmuştu, onun başka bir adamla birlikte olduğunu düşünmek artık onu korkutmuyordu.
Arkadaşlığını özledim, diye düşündü. Baiba sayesinde hiç farkında bile olmadığım yalnızlığımdan kaçmayı başarıyordum.
Arabaya döndü. Sonbaharda ıssız kalmış kumsallardan uzak dursam iyi olur, diye düşündü. Beni depresif yapıyor. Bir keresinde Wallander, Jutland’ın kuzeyinde, uzak bir bölgeye sığınıp orada yaşamıştı. Depresyonda olduğu için izin almıştı ve Ystad’daki işine bir daha asla dönemeyeceğini zannetmişti. Yıllar önceydi bu ama