Kendini ölüler arasında bulur.”
Birinci Kısım
KATALİZÖR
1
Akşama doğru rüzgâr yavaşladı, sonra tamamen durdu.
Adam balkonda duruyordu. Gündüzleri binaların arasından okyanusun küçük bir kısmını görebiliyordu. Şu an hava fazlasıyla karanlıktı. Bazen teleskobunu kurar, başka evlerdeki ışıkları yanan pencerelere bakardı. Ancak birisinin onu izlemeye başladığını hissettiği an bunu bırakırdı.
Yıldızlar çok net ve parlaktı.
Sonbahar geldi bile, diye düşündü. Hatta bu gece don bile olabilir, Skåne için biraz erken olmasına rağmen.
Yoldan bir araba geçti. Adam titreyip içeri girdi. Balkon kapısını kapatmak zordu, tamir edilmesi gerekiyordu. Mutfaktaki bir not defterine yazdığı “yapılacaklar” listesine bunu ekledi.
Oturma odasına yürüdü, kapının eşiğinde durup etrafa bakındı. Günlerden pazar olduğundan kusursuz derecede derli topluydu. Bu da ona hoş bir tatmin duygusu verdi.
Adam çalışma masasına oturdu, çekmecelerden birinde tuttuğu kalın günlüğünü çıkardı. Her zamanki gibi bir gece önce yazdıklarını okuyarak başladı.
4 Ekim 1997, Cumartesi. Şiddetli rüzgâr, meteorolojiye göre saniyede 8-10 metre. Yer yer bulutlu bir hava. Sıcaklık sabah altıda 7 derece. Saat ikide 8 dereceye çıkacak, akşam 5 dereceye inecek.
Bunun altına dört cümle eklemişti: Bugün C-âleminde bir hareket yok. Mesaj yok. C aramaları cevaplamıyor. Her şey sakin.
Mürekkep hokkasının kapağını açtı ve kalemin ucunu dikkatlice mürekkebe batırdı. Babasının dolma kalemiydi bu, Tomelilla’da bankada çalıştığı günlerden kalmaydı. Adam da günlük yazarken katiyen başka kalem kullanmazdı.
O yazarken rüzgâr hafif esiyordu. Mutfak camının dışındaki termometre 3 dereceyi gösteriyordu. Gökyüzü açıktı. Adam daireyi temizlemenin 3 saat 25 dakika sürdüğünü kaydetti, geçen pazardan on dakika daha çabuk bitmişti.
Aynı zamanda St. Maria Kilisesi’nde yarım saat meditasyon yaptıktan sonra marinada yürüyüş yapmıştı. Duraksadı, ardından şöyle yazdı: Akşam kısa bir yürüyüş. Kurutma kâğıdını yazdığı satırların üstüne bastırdı, dolma kalemi sildi ve mürekkep hokkasının kapağını kapattı. Günlüğü kapatmadan önce çalışma masasındaki eski gemici saatine baktı. On biri yirmi geçiyordu.
Antrede deri ceketini ve eski lastik botlarını giydi. Cüzdanı ve anahtarı yanında mı diye kontrol etti.
Sokağa çıkınca bir süre loş gölgelerin içinde kalıp etrafına baktı. Etrafta kimse yoktu, tam beklediği gibiydi. Genellikle yaptığı üzere sola doğru yürüdü, Malmö’ye giden ana yoldan karşıya geçip mağazaların ve vergi dairesinin yer aldığı kırmızı tuğlalı binaya doğru yol aldı. Her zamanki gece ritmini bulana kadar adımlarını hızlandırdı. Gündüzleri nabzını arttırmak için daha hızlı yürürdü ama gece geç saatte çıktığı yürüyüşlerin başka bir amacı vardı. Bu yürüyüşlerde zihnini boşaltmaya çalışır, uykuya ve ertesi güne hazırlanırdı.
Mağazalardan birinin önünden, Alman çoban köpekli kadının yanından geçti. Gece yürüyüşlerinde hemen hemen hep bu kadına rastlardı. Bir araba son süratle geçti, radyosundan bangır bangır ses geliyordu.
Onları neyin beklediğinden haberleri bile yok, diye düşündü adam. O iğrenç müzikleriyle dolaşan gençlerin yakında kulakları zarar görecek. Hiç haberleri yok. Dışarı çıkmış köpeğini gezdiren şu kadın gibi onlar da cahil.
Böyle düşününce neşelendi. Adam elindeki gücü düşündü, seçilmişlerden biri olduğunu hissetti. Bu toplumun içine işlemiş yoz yanlarını koparıp yeni bir düzen, tamamen beklenmedik bir düzen getirme gücü elindeydi.
Durdu, kafasını kaldırıp gece semasına baktı.
Hiçbir şey tam anlaşılamaz, diye düşündü. Benim kendi hayatım da şu yıldızlardan yüzyıllardır seyahat edip buraya ulaşan ışıklar kadar anlaşılmaz. Tek anlam kaynağı, yaptıklarım olabilir, mesela yirmi yıl önce bana teklif edilen ve hiç duraksamadan kabul ettiğim o anlaşma gibi.
Adam yoluna devam etti, hızlandı çünkü kafasındaki düşünceler onu heyecanlandırıyordu. İçinde artan bir sabırsızlık hissetti. Bunun için çok ama çok uzun zaman beklemişlerdi. Artık o görünmez barajların kapaklarını açıp sel sularının dünyayı sarıp geçişini izleme zamanıydı.
Ama henüz değil. O an tam gelmemişti. Sabırsızlık bir zayıflıktı ve buna izin veremezdi.
Arkasını dönüp dönüş yoluna koyuldu. Vergi dairesinin önünden geçerken meydandaki ATM’ye gitmeye karar verdi. Cüzdanının olduğu cebe elini attı. Para çekmeyecekti, sadece hesabını kontrol edecekti ve içindeki meblağ olması gerektiği kadar mı diye bakacaktı.
ATM’nin yanındaki trafik ışıklarında durdu, mavi kartını çıkardı. Çoban köpeğini gezdiren kadın çoktan gitmişti. Dopdolu yüklü bir kamyon Malmö yolundan geçti, muhtemelen Polonya’ya giden feribotlardan birine yetişmeye çalışıyordu. Egzozu patlamış gibiydi.
Adam şifresini girip “hesap bilgileri” seçeneğine tıkladı. Makine kartını geri verdi ve adam kartı cüzdanına koydu. Vızlamayı, tıklamayı dinledi ve gülümsedi. Ah, bir bilseler, diye düşündü. İnsanlar onları neyin beklediğini bir bilse.
Hesabında ne kadar para olduğunu gösteren dekont çıktı. Adam ceplerini yoklayıp gözlüğünü ararken diğer ceketinin cebinde bıraktığını fark etti. Unutkanlığana biraz sinirlendi.
Işıkların en parlak olduğu noktaya yürüdü, sokak lambasının altında durdu ve kâğıdı inceledi. Cuma da cumartesi de para çekmişti. Toplamda hesabında 9.765 kron vardı. Her şey yerli yerindeydi.
Ardından bir şey oldu, gafil avlanmıştı. Sanki göğsüne bir at çifte atmıştı. Ani ve feci bir acı duydu.
Kâğıt parçasını elinde sıkı sıkı tutarak öne düştü. Kafası kaldırıma çarparken bir aydınlanma yaşadı. En son aklından geçen, ne olduğunu anlamamasıydı. Dört bir yanını karanlık sardı.
Gece feribotuna yetişmeye çalışan ikinci bir kamyon geçip gitti.
Sonra sokaklar yeniden sakinleşti.
6 Ekim 1997, Pazartesi günü saat tam gece yarısından hemen sonraydı.
2
6 Ekim 1997 sabahı Kurt Wallander, Ystad’daki Maria Caddesi’n-de arabasına binerken son derece isteksizdi. Daha sabahın sekiziydi. Kurt Wallander şehir dışına doğru arabayı sürerken, hangi akla hizmet, giderim demişti, işte bunu merak ediyordu. Cenazelerden hiç ama hiç hoşlanmazdı. Gelgelelim şimdi işi buydu. Vakti bol olduğundan Malmö’ye doğrudan gitmemeye karar verdi. Onun yerine Svarte ve Trelleborg üzerinden sahil yolunu tercih etti. Sol tarafındaki denize şöyle bir baktı. Limana büyük bir feribot yanaşıyordu.
Bunun yedi yıl içinde katılacağı dördüncü cenaze olduğunu düşündü. Önce kanserden ölen meslektaşı Rydberg vardı. Fazla uzun, acılı bir son olmuştu. Wallander onu evinde ve sonunda tükendiği hastane odasında sık sık ziyaret etmişti. Rydberg’in vefatı büyük bir darbeydi. Doğru soruları sormayı öğretip onu gerçek bir polis yapan Rydberg’di. Wallander onun çalışma şeklini izleyerek bir suç mahallinde gizlenen bilgileri okumayı öğrenmişti. Wallander, Rydberg’le çalışmaya başlamadan evvel çok vasat bir polisti. Ancak Rydberg ölünce Wallander nasıl inatçı ve enerjik bir komiser ve iyi bir polis olduğunu fark etmişti. Hâlâ bir soruşturma dosyasında nasıl ilerleyeceğini bilemeyince zihninde Rydberg’le uzun uzun diyaloglara girerdi. Rydberg’in yokluğunu hemen hemen her gün derinden hisseder, buna üzülürdü. Bu sızı hep içinde kalacaktı.
Arkasından hiç beklenmedik şekilde vefat eden babası vardı. Atölyesinde kriz geçirip yığılmıştı. Üç yıl önceydi. Wallander hâlâ babasının artık dünyada olmadığını, etrafının yağlı boya ve terebentin kokmadığını kavramakta güçlük çekiyordu. Löderup’taki ev satılmıştı. Wallander o