“Yeni nesil polis,” dedi Wallander ayağa kalkarken. “Höglund tam olarak bu.” Kapının eşiğinde durdu. “Dün toplantıda bana çağrışım yapan bir şey söylemiştin. Sten Torstensson hakkında bir şey. Ne olduğundan emin değilim ama düşündüğümden daha önemli bir şey gibi gelmişti.”
“Notlarımı okuyordum,” dedi Martinson. “Bir kopyasını alabilirsin.”
“Herhâlde bana öyle geldi,” dedi Wallander.
Odasına gidip kapıyı kapattığında, varlığını neredeyse unutmuş olduğu bir şeyi yeniden deneyimlediğini anladı. Bu sanki araba kullanmayı yeniden keşfetmek gibiydi. Görünüşe göre uzakta olduğu süre boyunca yetenekleri kaybolmamıştı.
Masaya oturup kendisine uzaktan bakarak yaşadıklarını düşünmeye başladı: Karayip Adaları’nda sendeleyerek yürüyen bir adam, Tayland’a yaptığı acınası yolculuk, otomatik bedensel işlevlerin haricindeki her şeyin durma noktasına geldiği bütün o gün ve geceler. Kendine bakıyordu ama o kişinin artık tanımadığı biri olduğunu fark etti. O başka biriydi.
Bazı davranışlarının neden olabileceği feci sonuçları gözünde canlandığında tüyleri ürperdi. Bir süre kızı Linda’yı düşündü. Martinson’un kapıyı çalıp geçen güne ait notlarının fotokopisini teslim etmesiyle tüm kötü hatıralarını aklından kovmayı başardı. Herkesin içinde bütün hatıraların birbirine karıştığı gizli bir odanın olduğunu düşünüyordu Wallander. Artık gizli odasının kapısını sürgüleyip üzerine de sağlam bir asma kilit takmıştı. Sonra tuvalete gidip bir kutu içinde taşıdığı antidepresanları dökerek üzerine sifonu çekti.
Odasına dönüp tekrar çalışmaya başladı. Saat ondu. Martinson’un notlarını özenle okudu ama geçen gün yaptıkları toplantıda dikkatini çeken şeyi yine belirleyemedi. Henüz çok erken, diye düşündü. Rydberg olsa sabırlı olmayı öğütlerdi. Artık kendi kendime tavsiye vermem gerektiğini aklımdan çıkarmamalıyım.
Nereden başlayacağını düşündü. Sonra Gustaf Torstensson’un soruşturma dosyasındaki ev adresine baktı. Timmermans Caddesi 12. Burası ordu kışlasının ilerisinde, Sandskogen yakınlarında, Ystad’ın en eski ve en varlıklı yerleşim bölgelerinden birindeydi. Hukuk bürosuna telefon etti, konuştuğu Sonja Lundin, evin anahtarlarının ofiste olduğunu söyledi. Emniyetten çıktığında yağmur bulutlarının dağıldığını, gökyüzünün açıldığını fark etti. Yaklaşan soğuk kış havasını ilk defa içine çektiğini hissetti. Hukuk bürosunun önünde arabasını durdurduğunda Lundin dışarı çıkıp anahtarları verdi.
Adresi ararken önce iki defa yanlış yöne saptı. Büyük, kahverengi ahşap ev geniş bir bahçenin içindeydi. Bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı, çakıllı yol boyunca yürüdü. Ortalık çok sessizdi, şehir çok uzakta kalmış gibiydi. Dünyanın içinde başka bir dünya, diye düşündü Wallander. Torstensson Hukuk Bürosu çok kazançlı bir şirket olmalıydı. Ystad’da bundan daha pahalı bir ev olduğundan şüpheliydi. Bahçe bakımlıydı ancak tuhaf bir şekilde cansız görünüyordu. Yaprakları dökülmüş birkaç ağaç, düzgünce budanmış çalılar ve solmuş çiçeklerle dolu tarhlar vardı. Belki de yaşlı avukat etrafını hiçbir sürprizi ve yeniliği olmayan geleneksel bir bahçeyle çevirmek istemişti. Birisi Wallander’e, bir avukat olarak Torstensson’un mahkeme işlemlerini emsali görülmemiş bir sıkıcılıkla yürütme konusunda hayli meşhur olduğunu anlatmıştı. Kindar bir hasmı, Torstensson’un tekdüze ve hantal bir savunmayla savcının dikkatini dağıtıp müvekkilini kurtarabileceğini iddia etmişti. Bu nedenle, Per Åkeson’a Gustaf Torstensson hakkında ne düşündüğünü sormalıydı. İkisi geçmiş yıllarda pek çok defa karşı karşıya gelmiş olmalıydı.
Ön kapıya çıkan merdivenleri adımlayıp doğru anahtarı buldu. Bu daha önce karşılaşmadığı türden ileri düzey bir kilitti. Kapıyı açınca arka tarafında üst katlara çıkan geniş bir merdivenin olduğu büyük bir hole girdi. Pencerelerde kalın perdeler vardı. Perdelerden birini açtığında pencerelerin parmaklıklı olduğunu gördü. Yaşlandıkça kaçınılmaz olarak korkuya kapılan, yalnız yaşayan yaşlı bir adam. Burada kendisinden başka koruması gereken bir şey var mıydı? Ya da korkusu bu duvarların dışındaki bir şeyden mi kaynaklanıyordu? Evi dolaşmaya giriş katından başladı, aile büyüklerinin kasvetli portrelerinin sıralandığı kütüphaneyi ve açık plan yemek ve oturma odasını gezdi. Duvarlardan başlayarak mobilyalara kadar her şey koyu renkliydi, insana melankoli ve sessizlik hissi veriyordu. Hiçbir yerde insanı neşelendirebilecek açık renkli küçük bir parça ya da parlak bir detay yoktu.
Üst kata çıktı. Yatakları özenle yapılmış misafir odaları, kışın kapalı kalan bir otel gibi terk edilmiş görünüyordu. Torstensson’un kendisine ait yatak odasında demir parmaklıklı bir iç kapı vardı. Wallander kasvetten içi bunalarak aşağıya indi. Mutfak masasına oturup ellerini çenesine dayadı. Tek duyduğu saatin tiktaklarıydı.
Torstensson öldüğünde altmış dokuz yaşındaydı. Karısı öldüğünden beri son on beş yıldır yalnız yaşıyordu. Sten tek çocuklarıydı. Kütüphanedeki portrelerden birine bakılırsa aile Mareşal Lennart Torstensson’un soyundan geliyordu. Wallander’in okul günlerinden aklında kaldığına göre bu adam Otuz Yıl Savaşları boyunca ordusunun ayak bastığı yerlerde köylülere karşı acımasızlığıyla biliniyordu.
Wallander ayağa kalkıp bodrum katına indi. Burada da her şey fazlasıyla düzenliydi. Kazan dairesinin hemen arkasında kilitli bir çelik kapı olduğunu fark etti. Doğru anahtarı buluncaya kadar birkaç anahtar denedi. Karanlıkta el yordamıyla lamba düğmesinin yerini bulup ışığı açtı.
Oda beklemediği kadar büyüktü. Duvarlar raflarla kaplıydı, raflar ise Doğu Avrupa’dan gelen ikonalarla doluydu. Hiçbirine dokunmadan ikonaları yakından inceledi. Daha önce antika eşyalarla hiç ilgilenmemesine ve bu konuda uzman olmamasına rağmen koleksiyonun son derece kıymetli olduğu hükmüne vardı. Bu durum yatak odasındaki demir korumalı kapıyı olmasa da pencerelerdeki parmaklıkları ve kapıdaki kilidi açıklıyordu. Wallander’in tedirginliği arttı. Doymak bilmez bir iştahla tüm bu Meryem Ana heykellerini toplayan, huzuru kaçmış, evini hapishaneye çevirmiş, yaşlı ve zengin bir adamın özel dünyasına davetsiz olarak girdiğini hissetti.
Wallander kulak kabarttı. Üst katta ayak sesleri vardı, sonra bir köpek havladı. Hızla odadan ayrıldı, merdivenlerden çıkıp mutfağa girdi.
Mutfakta elindeki tabancasını kendisine doğrultan meslektaşı Peters’le yüz yüze gelince şaşırdı. Peters’in arkasında, hırlayan bir köpeği tasmasından zorlukla tutmaya çalışan bir güvenlik görevlisi vardı. Peters silahını indirdi. Wallander kalbinin hızlandığını hissetti. Tabancanın görünüşü bir anlığına da olsa uzun süredir aklından çıkarmaya çalıştığı anılarını canlandırmıştı.
Derken tepesi attı. “Burada neler oluyor?” diye söylendi.
“Güvenlik şirketinin alarmı çalmış, onlar da polisi aramışlar,” dedi Peters aşikâr bir endişeyle. “Biz de aceleyle geldik. Senin burada olduğunu bilmiyordum.”
Tam o sırada Peters’in ekip arkadaşı Norén de elinde tabancayla çıkageldi.
“Soruşturma yürütüyorum,” dedi Wallander, birden patlayan öfkesinin hızla azaldığını hissederek. “Trafik kazasında hayatını kaybeden Avukat Torstensson burada yaşıyordu.”
“Alarm çalarsa biz de geliriz,” dedi güvenlik şirketinden gelen adam sözünü sakınmadan.
“Hemen alarmı kapatın,” dedi Wallander. “Birkaç saat içinde yeniden açabilirsiniz.