Martin Beck, şef garsonun bakışlarını takip edip önlerinde koca koca biralar duran, oturmuş sohbet eden beş adama baktı.
“Beyefendilerden hangisi Bay Molin?”
“Sakallı bey,” dedi şef garson ve uzaklaştı.
Martin Beck kafası karışarak adamlara baktı. Üç tanesi sakallıydı.
Garson sandviçini ve birasını getirince bir daha konuşma fırsatı oldu. “Orada oturan beylerden hangisinin Bay Molin olduğunu biliyor musunuz?”
“Elbette, sakallı olan.”
Kadın, Martin Beck’in çaresiz bakışlarını takip edince, “Cam kenarına yakın olan,” diye ekledi.
Martin Beck sandviçini çok yavaş yedi. Molin isimli adam bir büyük bira daha söyledi. Martin Beck bekledi. Mekân boşalmaya başlamıştı. Bir süre sonra Molin bardağını boşalttığında önüne yenisi kondu. Martin Beck sandviçini yemeyi bitirdi, kahve sipariş edip bekledi.
Nihayet sakallı adam cam kenarındaki yerinden kalkıp girişteki hole yürüdü. Tam yanından geçerken Martin Beck, “Bay Molin?” dedi.
Adam durdu. “Bir saniye,” dedi ve dışarı yürümeye devam etti.
Kısa bir süre sonra geri dönüp ağır nefesini Martin Beck’in üstüne üfledi ve “Tanışıyor muyuz?” diye sordu.
“Hayır, henüz değil. Ama belki bir saniye oturup benimle bir bira içersiniz. Size bir şey sormak istiyorum.”
Martin Beck, bu cümlenin kulağa pek iyi gelmediğini kendi bile duyabiliyordu. Bir kilometre öteden bile polis işi kokusu alınırdı. Yine de işe yaradı. Molin oturdu. Açık renk, seyrek saçlıydı, saçlarını alnına doğru taramıştı. Sakalı kızıl ve bakımlıydı. Otuz beş yaşında görünüyordu, tombuldu. Garsona eliyle işaret etti.
“Stina, bana bir tur yollasana.”
Garson kız başıyla onaylayıp Martin Beck’e baktı.
“Aynısından,” dedi Martin Beck.
‘Bir tur’ dedikleri, büyük biradan daha uzun ve geniş bir bardağa konmuştu ki Martin Beck zaten sandviçin yanında büyük bir bira içmişti.
Molin bir yudum alıp mendille bıyığını sildi.
“Hı hı,” dedi. “Benimle ne hakkında konuşmak istiyorsun? Sarhoş muhabbeti mi?”
“Alf Matsson hakkında,” dedi Martin Beck. “Yakın arkadaşsınız, değil mi?”
Bu cümle de kulağa iğreti gelince Martin Beck, “Kankasınız yani?” diye düzeltmeye çalıştı.
“Tabii. Ne olmuş ona? Sana borcu mu var?” Molin, Martin Beck’e şüphe duyarak tepeden baktı.
“Peki öyleyse, öncelikle benim tahsildar olmadığımı belirtmek isterim.”
Açıkçası, Martin Beck ifadelerine dikkat etmeliydi. Dahası, adam gazeteciydi.
“Hayır, hiç öyle bir şey değil,” dedi Martin Beck.
“O zaman Alfie’yi neden soruyorsun?”
“Alfie ve ben birbirimizi uzun zamandır tanırız. Aynı… şey, uzun yıllar önce aynı işyerinde çalışmıştık diyelim. Birkaç hafta önce tesadüfen karşılaştık ve benim için bir iş yapacağına söz vermişti, sonra ondan bir daha ses çıkmadı. Senden de söz etmişti, o yüzden belki sen nerede olduğunu biliyorsundur diye düşündüm.”
Bu yorucu konuşmadan yorgun düşen Martin Beck birasından büyük bir yudum aldı. Diğer adam da birasına davrandı.
“Ah, kahretsin. Sen Alfie’nin eski bir arkadaşısın, değil mi? Doğrusu, ben de onun nerelerde olduğunu merak ediyordum. Ama sanırım Macaristan’da kaldı. Burada değil en azından. Yoksa onu burada görürdük.”
“Macaristan mı? Orada ne arıyor?”
“Çalıştığı dedikodu gazetesi için seyahate çıktı. Ama artık dönmüş olması gerekir. Gitmeden önce bana iki üç günlüğüne gittiğini söylemişti.”
“Seyahate çıkmadan önce onu gördün mü?”
“Tabii ki. Bir gece evvel. Gündüz buradaydık, akşam da bir iki yerde daha devam ettik.”
“Sen ve o mu?”
“Evet, birileri daha vardı. Kim olduğunu tam hatırlamıyorum. Per Kronkvist ve Stig Lund gelmişti galiba. Bayağı bir kafa yaptık. Evet, Åke ve Pia da vardı. Sen Åke’yi tanımıyor musun bu arada?”
Martin Beck düşündü. Anlamsız geldi ona.
“Åke mi? Bilmem. Hangi Åke?”
“Åke Gunnarsson,” dedi Molin, az önce oturduğu masaya doğru dönerek. Onlar konuşurken iki adam kalkmıştı. Barda kalan diğer iki adam sessizce biralarının başında oturuyordu.
“Şurada oturuyor,” dedi Molin. “Sakallı adam.”
Sakallılardan biri gitmişti, o yüzden hangisinin Gunnarsson olduğu apaçık ortadaydı. Adam gayet hoş birine benziyordu.
“Hayır,” dedi Martin Beck. “Tanımıyorum. Nerede çalışıyor?”
Molin, Martin Beck’in hayatında hiç duymadığı yayının adını verdi, sanki bir çeşit otomobil dergisini çağrıştırıyordu.
“Åke iyidir. Yanlış hatırlamıyorsam o da o gece bayağı çekmişti, kafası kıyaktı. Yoksa o çok fazla sarhoş olmaz. Ne kadar içerse içsin ayıktır.”
“O zamandan beri Alfie’yi görmedin mi?”
“Amma da soru sordun ha. Bana nasılım diye sormayacak mısın?”
“Soracağım tabii. Nasılsın?”
“Kelimenin tam manasıyla cehennemin dibinde sürünüyorum. Akşamdan kalmayım. Hem de fena.”
Molin’in şişman suratı kederlendi. Sanki yaşamdaki son zevk kırıntılarını sıyırır gibi birasının geri kalanını koskoca bir yudumla mideye indirdi. Mendilini çıkardı, gözlerinde kara bir bakışla köpüklü bıyıklarını sildi.
“Bence bıyıklılara has bira bardağı olmalı,” dedi. “Bu günlerde servis sektörü batmış.”
Kısa bir süre sonra, “Hayır, o günden beri Alfie’yi görmedim,” dedi. “Onu en son gördüğümde Opera Sarayı’nın barında içkisini bir kızın üstünden döküyordu. Ertesi sabah da Budapeşte’ye gitti. Zavallı yaratık, o akşamdan kalma haliyle Avrupa’nın diğer ucuna uçmak zorunda kaldı. Umarım İskandinav Hava Yolları’yla uçmamıştır.”
“O günden sonra da ondan haber almadın değil mi?”
“Yurt dışı seyahatlerimizde birbirimize mektuplar yollamayız,” dedi Molin ukalaca. “Sen ne boktan bir yerde çalışıyorsun bu arada? Kiddy Krib’de mi? Hey, hadi bir tane daha yuvarlayalım mı?”
Yarım saat ve iki büyük daha içtikten sonra Martin Beck, Bay Molin’den kurtulmayı başardı, adama on kron borç vermesi gerekmişti. Kapıdan çıkarken adamın sesini arkadan işitti, “Fia, canımın içi, bana bir tane daha getirsene, hadi ya?”
7
Uçak, Çekoslovak Hava Yolları’na ait bir İlyuşin 18 turbo jetiydi. Kopenhag ve Saltholm, bir de güneşin altında pırıl pırıl parlayan Öresund üstünden dik bir yay çizerek havada yükseldi.
Martin Beck cam kenarında oturup aşağıdaki Ven Adası’na baktı. Backafall