Duvardaki telefonun altında duran not defterinde Nygren, el yazısıyla neredeyse okunmayacak bir tarzda şunu yazmıştı: Hammar 54 10 60.
Martin Beck hemen numarayı çevirdi ve operatörün onu bağlamasını beklerken kafasında alarm çanlarını duymaya başladı.
“Hammar, buyrun,” dedi Hammar.
“Evet, ne oldu?”
“Çok özür dilerim, Martin ama senden en kısa sürede dönmeni rica edeceğim. Tatilinin geri kalanı güme gidebilir. Eh, yani ertelenebilir işte.”
Hammar birkaç saniye sessiz durdu. Sonra, “Gelirsen yani,” dedi.
“Tatilimin geri kalanı mı? Daha tatil yapmadım ki.”
“Çok üzgünüm, Martin, ama seni lüzumsuz yere çağırmam bilirsin. Bugün gelebilir misin?”
“Bugün mü? Ne oldu ki?”
“Eğer bugün gelebilirsen çok iyi olurdu. Gerçekten önemli bir durum. Buraya gelince daha fazla bilgi verebilirim.”
“Bir saat sonra bir vapur kalkıyor,” dedi Martin Beck, sivrisinek lekeleriyle dolu pencereden güneş ışınlarının pırıldadığı koya doğru baktı. “Bu kadar önemli olan da ne? Kollberg ya da Melander halledeme…”
“Hayır. Bunu senin halletmen lazım. Bildiğim kadarıyla birisi ortadan puf diye kaybolmuş.”
3
Martin Beck şefinin odasının kapısını açtığında saat bire on vardı ve tamı tamına yirmi dört saatliğine tatile gidip dönmüştü. Emniyet Müdürü Hammar iri kıyım bir adamdı, ensesi kalındı. Gür kırçıl saçları vardı. Döner sandalyesinde sessizce oturuyordu, ön kollarını masasına yaslamıştı. En sevdiği mesleklerden birini icra etmekle meşguldü yani hiçbir şey yapmıyordu.
Yüzü sirke satarak, “Ah, geldin demek,” dedi. “Tam vaktinde. Yarım saat sonra DİB’desin.”
“Dış İşleri Bakanlığı mı?”
“Aynen. Şu adamla görüşeceksin.”
Hammar başparmağıyla işaret parmağının ortasında bir kartviziti köşesinden, sanki üstünde tırtıl yürüyen bir marul yaprağını tutar gibi tutmuştu. Onun için hiçbir şey ifade etmiyordu.
“Ağır toplardan, üstlerden biri,” dedi Hammar. “Kendini Bakan’ın yakını sanıyor.” Bir an durup sonra, “Ben de bu adamın adını daha önce hiç duymadım,” diye ekledi.
Hammar elli dokuz yaşındaydı ve 1927 yılından beri polisti. Siyasetçileri hiç sevmezdi.
“Bu sefer hiç de öfkeli değilsin,” dedi Hammar.
Martin Beck bir süre bunun şaşkınlığıyla düşündü. Öfkeli olamayacak kadar çok şaşkınlık içinde olduğuna kanaat getirdi.
“Mesele tam olarak ne?”
“Sonra konuşuruz. Hele şu kuş beyinliyle bir tanış da.”
“Ortadan kaybolan birisi var dedin.”
Hammar işkence çekerek pencereden dışarıya gözlerini dikti, sonra omuz silkip konuşmaya başladı. “Aslında tüm bunlar aptalca. Doğrusunu istersen ben… DİB’e gidene kadar sana başka bilgi vermemem söylendi.”
“Onlardan da mı emir almaya başladık artık?”
“Bildiğin üzere, bir sürü departman var,” dedi Hammar dalgın bir şekilde.
Bakışları yaz mevsiminde coşmuş yeşilliğin arasında bir yerde kayboldu. “Burada işe başladığımdan beri, bir alay bakan geldi geçti. Bunların çoğu ben portakal biti hakkında ne kadar biliyorsam polis teşkilatı hakkında o kadar bilgi sahibi. Yani varlığı haricinde hiçbir şey bilmiyorlar. Hoşça kal,” dedi hızla.
“Hoşça kal,” dedi Martin Beck.
Martin Beck kapıya ulaşınca Hammar şimdi kendini toplayıp, “Martin,” dedi.
“Efendim?”
“Ancak sana tek söyleyebileceğim şu. Eğer istemezsen, bu işi almak zorunda değilsin.”
Bakanın yakını olan adam iri yarı, heybetli ve kızıl saçlıydı. Martin Beck’e ıslak mavi gözlerle baktı, hızla ayağa kalkıp bir kolunu öne uzatmış halde masasının etrafından yürüyüp öne çıktı.
“Ne güzel,” dedi. “İyi ki geldiniz.”
Büyük bir coşkuyla tokalaştılar. Martin Beck hiçbir şey demedi.
Adam tekrar döner sandalyesine oturdu, soğuk piposunu aldı ve geniş, sarı, at dişleriyle ucunu ısırdı. Ardından sandalyeye kuruldu, başparmağını piposunun lülesine sokup bastırdı, bir kibrit çaktı ve çıkan dumanın arkasından ziyaretçisine alıcı gözle, soğuk bakışlar attı.
“Merasime gerek yok,” dedi. “Ciddi bir konuşmaya hep böyle başlarım. Eğri oturup doğru konuşalım. Böyle daha doğru olur. Benim adım Martin.”
“Benimki de,” dedi Martin Beck kasvetle.
Bir saniye sonra, “Şansa bak. Şimdi mesele daha da karmaşık bir hal alacak,” dedi.
Adam küçük dilini yutmuş gibiydi. Martin Beck’e cin gibi baktı, sanki bir ihanet kokusu almıştı. Arkasındansa gümbür gümbür bir kahkaha patlattı.
“Elbette. Çok komik. Ha ha ha.”
Birdenbire susup telefona döndü. Gergince düğmelere basarak, “Evet, evet. Kahkahadan geberiyoruz,” diye mırıldandı.
Sesinde mizahtan eser yoktu.
“Alf Matsson dosyasını alabilir miyim,” diye seslendi.
Orta yaşlı bir kadın, elinde bir dosyayla içeri girip dosyayı masada adamın önüne koydu. Adam kadına bakış atmaya bile tenezzül etmedi. Kadın kapıyı arkasından kapatınca Martin, soğuk ve kişiliksiz balık gözlerini Martin Beck’e çevirip aynı anda da dosyayı açtı. Kalemle karalanmış notların olduğu tek bir sayfa vardı içinde.
“Çok karmaşık ve hiç hoş olmayan bir hikâye bu,” dedi.
“Ya,” dedi Martin Beck. “Hangi açıdan?”
“Matsson’u tanıyor musun?”
Martin Beck olumsuz anlamda başını salladı.
“Hayır mı? Aslında bayağı meşhur. Gazeteci. Daha çok haftalık yayınlarda yazıyor. Televizyonda da çıkar. Zeki bir yazar. Burada.”
Bir çekmeceyi açıp içini karıştırdı, sonra bir başka çekmece, derken sonunda kayıt defterini yerinden kaldırıp aradığı şeyi buldu.
Kapıya pis bir bakış fırlatarak, “Özensizlikten nefret ederim,” dedi.
Martin Beck adamın elindekini inceledi, altı üstü Alf Matsson adında birisi hakkında daktiloda muntazamca yazılmış bilgiler içeren bir dosyaydı. Görünüşe bakılırsa adam sahiden de gazeteciymiş, haftalık büyük gazetelerden birinde çalışıyormuş. Martin Beck’in hiç okumadığı ancak çocuklarının elinde gördüğünde açığa vurmadığı bir kaygı ve güvensizlik duyduğu bir gazetede. Ayrıca Alf Sixten Matsson’un 1934 yılında Göteborg’da doğduğu belirtilmiş. Dosyaya iliştirilmiş sıradan bir pasaport fotoğrafı da ekte yer alıyordu. Martin Beck başını yana kırıp oldukça genç, bıyıklı, kısa düzgün bir sakalı ve yuvarlak tel çerçeveli gözlükleri olan adamın resmine baktı. Yüzü öylesine ifadesizdi