İbrani Masalları
Kartalların Sarayı
Güneş’in Doğduğu Ülke’nin doğusunda, gündüzlerinin tamamını ve gecelerinin yarısını zevki sefa içinde geçiren bir kral yaşardı. Krallığı, o zamanların irfanına göre dünyanın kıyısında yer almakta olup neredeyse tamamen sularla çevriliydi. Kayalardan oluşan bir engel, ülkeyi dünyanın geri kalanından tecrit ediyordu. Ama bu engelin ötesinde ne olduğu kimsenin umurunda değil gibiydi. Aslına bakılırsa, bu krallıkta kimsenin bir şeyi umursadığı yoktu.
Halkın büyük bölümü kralı örnek alarak geleceğe dair hiç kafa yormaksızın aylak ve tasasız bir yaşam sürüyordu. Kral, tebaasını yönetme işini büyük bir karın ağrısı olarak görmekteydi. Halkın refahı hususunda önerilerle canının sıkılmasını istemiyordu. İmzalaması için danışmanları tarafından getirilen belgeleri okumuyordu bile. Bu belgeler ticaret kanunları ve kamuyla ilgili meseleler yerine Ay’daki okul yönetmeliğinden bile söz ediyor olabilirdi. Hiç umurunda değildi.
“Rahatsız etmeyin beni,” derdi her defasında. “Sizler benim danışmanlarım ve memurlarımsınız. Nasıl biliyorsanız öyle halledin işleri.”
Sonra en sevdiği eğlenceye, yani avlanmaya giderdi.
Toprak bereketliydi. Gelecek yıllardan birinde kötü hava koşullarının ekinleri etkileyerek tahıl kıtlığına yol açabileceği kimsenin aklından dahi geçmiyordu. Tedbir alıp buğday stoklamamışlardı. Bu yüzden, bir yaz mevsimi yağmurlar kesilince ve tarlalar kuruyunca ardından gelen kış aylarına sefalet damga vuracaktı. Krallık şimdi kıtlıkla karşı karşıyaydı ve halk bu durumdan hiç memnun değildi. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Krala başvurdularsa da onlara yardım edemeyecekti. Hakikaten söz konusu sorunun vahametini anlayamamıştı. Durumu çok hafife alarak geçiştirdi.
“Ben kudretli bir avcıyım,” dedi. “Dilediğim zaman ava çıkarak herkese yetecek miktarda yiyecek sağlayabilirim.”
Ne var ki kuraklık, çayırları ve ağaçları kurutmuştu. Bu yiyeceklerin kıtlığı ise hayvan sayısında büyük bir azalmaya yol açmıştı. Kral, ormanlarda hiç geyik ve kuş kalmadığını gördü. Buna rağmen durumun ciddiyetini kavrayabilmiş değildi. Birden, son derece parlak olduğunu düşündüğü bir fikir geldi aklına.
“Kayalık tepelerin ardındaki bilinmeyen bölgeyi keşfe çıkacağım,” dedi. “Muhakkak ki orada bereketli topraklar bulacağım. En azından iyi avlanacağım, hoş bir macera olacak,” diye ekledi.
Bunun üzerine, büyük bir keşif gezisi için hazırlık yapıldı. Kral ve av arkadaşları kayalıkları aşmak için bir patika aramaya koyuldular. Bu pek zor bir iş değildi. Üçüncü gün engelin zirvesini oluşturan dik kayalık ve tepelerin arasında bir geçit keşfettiler. Böylece Kral kayalıkların ardındaki toprakları gördü.
Kocaman ağaçların oluşturduğu bir orman halinde göz alabildiğine uzanan uçsuz bucaksız, güzel topraklardı bunlar. Avcılar dikkatli bir şekilde kayalık engelin diğer tarafından inip bu bilinmeyen ülkeye girdiler.
Burada kimse yaşamıyor gibiydi. Avlanabilecek hayvanlardan veya kuşlardan da eser yoktu. Ormanın sükûnetini bozan hiçbir ses işitilmiyor, ayak izleri de gözükmüyordu. Avcıların görebildiği kadarıyla bu bölgeye daha önce kimse ayak basmamıştı. Tabiat dahi uykuda gibiydi. Ağaçların hepsi yaşlıydı; gövdeleri olağanüstü şekillere dönüşerek yamulmuş, yapraklarıysa sanki büyümeleri yıllar evvel durmuş gibi kuruyup sararmıştı.
Ormanın içinden geçmek epey ürkütücüydü. Avcılar tek sıra halinde yürüyordu ve bu durum, yaşadıkları bu tuhaf deneyimin etkisini artırıyordu. Neyse ki bütün bu değişiklik Kral’ın hoşuna gitmişti. Bu yüzden dört gün boyunca yola devam etti.
Sonra orman birden sona erdi. Kâşifler kocaman bir düzlükte buldular kendilerini. Ortasından nehir geçen bir çöldü burası. Uzaklarda düzgün biçimli kayalarla örtülü bir dağ yükseliyordu. Her halükârda bunlar kayaya benziyordu fakat mesafe çok fazla olduğundan kesin olarak bir şey söylemek mümkün değildi.
“Su, burada hayat olduğuna dair bir işarettir,” dedi Vezir.
Bunun üzerine Kral, dağa kadar gitmeye karar verdi. Nehirde yürüyerek geçebilecekleri sığ bir yer buldular. Karşıya geçince dağı kaplayan kayaları daha iyi görebildiler. Bunlar sıradan kayalar olamayacak kadar düzgün biçimliydi. Daha çok yaklaşınca Kral dağın zirvesinde devasa bir binanın bulunduğundan emin oldu. İyice yaklaştıklarında artık şüpheleri kalmamıştı: Zirvede ya bir şehir ya da bir saray vardı. Ertesi gün oraya çıkmaya karar verdiler.
Gece boyunca hiç ses işitilmedi ama sabahleyin dağa ulaşan bir patika keşfettiklerinde herkes çok şaşırmıştı. Bu patika yabani otlar, yosunlar ve dağınık sarmaşıklarla kaplıydı. Öyle ki uzun zamandır kullanılmamış olduğu belli oluyordu. Yukarı tırmanış da benzer şekilde güçtü ama yolun yarısında keşfin başlangıcında fark edilmiş olan yaşama dair ilk işaret gözüktü.
Bu bir kartaldı. Aniden dağın tepesinden aşağı doğru uçup çığlık ata ata avcıların başında dönmeye başladı ama onlara saldırmaya kalkmadı.
Nihayet zirveye ulaştılar. Çok geniş ve düz bir platoydu burası. Neredeyse tamamı, kocaman duvarlar ve muazzam kulelerden oluşan devasa bir binayla kaplıydı.
“Bu büyük bir hükümdarın sarayı,” dedi Kral.
Ancak hiçbir yerde bir giriş kapısı gözükmüyordu. Günün geri kalanını binanın çevresini dolaşarak geçirdilerse de ne bir kapı veya pencere ne de bir aralık bulabildiler. Ertesi sabah içeri girebilmek için daha ciddi bir çaba göstermeye karar verdiler.
Ne var ki daha büyük bir muammayla karşılaşacaklardı. Sonunda grubun en atılgan adamlarından biri en küçük kulelerden birinde bir kartal yuvası keşfetti. Büyük bir güçlükle kuşu yakalayarak Kral’a getirdi. Majesteleri adamlarından biri olan ve kuş dillerini bilen Muflog’a kartalla konuşmasını emretti. Muflog da böyle yaptı.
Kartal sert ve çatlak bir sesle cevap verdi: “Ben küçük bir kuşum, henüz yedi yüz yaşındayım. Hiçbir şey bilmiyorum. Benim yaşadığımdan daha yüksek bir kulede babamın kartal yuvası bulunur. O size bilgi verebilir belki.”
Başka bir şey söyleyemedi. Yapılacak tek şey yüksek kuleye çıkıp baba kartala sormaktı. Böyle yaptılar. Kuş cevap verdi:
“Bundan da yüksek bir kulede benim babam, ondan da büyük bir kulede ise büyükbabam yaşar. Büyükbabam iki bin yaşındadır. O bir şey biliyor olabilir. Ben hiçbir şey bilmiyorum.”
Epey zorluktan sonra en yüksek tepeye ulaştılar ve o saygıdeğer kuşu buldular. Uyuyor gibi gözüküyordu. Onu ancak tatlı sözler söyleyip epey dil döktükten sonra uyandırabileceklerdi. Kuş, ihtiyatla avcıları inceledikten sonra konuştu:
“Bir bakayım, bir düşüneyim,” diye mırıldandı usulca. “Üç beş yaşlarında küçücük bir kartal yavrusuyken, yani çok uzun zaman önce, büyükbabam demişti ki büyükbabası ona çok ama çok uzun zaman önce, evvel zaman içinde, bu sarayda bir kralın yaşadığını anlatmış. Kral ölünce sarayını kartallara bırakmış. Aradan geçen binlerce yılda sarayın kapısı rüzgârın getirdiği toz toprakla örtülmüş.”
“Kapı nerede peki?” diye sordu Muflog.
Bu, ihtiyar kuşun kolayca cevaplayamayacağı bir muammaydı. Epeyce düşündü durdu, derken uykuya daldı. Kapının yerini hatırlayana dek sürekli uyandırılması gerekmişti.
“Sabah doğan güneşin ilk ışığı kapının üzerine vurur,” diye öttü kuş.
Sonra onca düşünme ve konuşmanın getirdiği yorgunlukla tekrar uykuya daldı.
Avcılara o gece uyku yoktu. Doğan güneşin ilk ışığının saraya vuruşunu kaçırmamak için hepsi nöbet tutacaktı. Işığın vurduğu yeri çok iyi belirlediler. Fakat kapı falan gözükmüyordu. Bu yüzden o noktayı kazmaya başladılar ve saatler sonunda bir boşluk buldular.
Bu boşluktan saraya girdiler. Burası yüzyıllardır etrafı sarmış yabani otlarla ne müthiş ve esrarengiz bir yerdi! Arapsaçına dönmüş sarmaşıklar her yeri, bir zamanlar muntazam halde tutulmuş bütün o patikaları kaplıyor ve daha alçak binaları neredeyse tamamen gizliyordu. Otlar duvar yarıklarına