– Siz Bulgarca da biliyorsunuz demek?
– O zaman bilmek lâzım değildi. İmparatorluğumuzun asırlar boyunca bir parçası olan Bulgaristan’ın o zamanki memurları hâlâ birer Türk gibi dilimizi konuşurlardı. (İçini çekti.) Şimdi bizimkiler bile artık zorlukla Türkçe konuşuyor, ikide birde Bulgarca tabirler kullanıyorlar.
– Siz bu davayı hallettikten sonra bari aile arasında münasebet düzeldi mi?
– Ben bu işi hiç münasebeti bozmadan başardım. Ama babam çok üzülmüştü. O aralık amcama yazdığı bir mektuptaki şiiri size okuyayım:
Bundan evvel akrabaydık,
Akrep olduk biz bize.
Ayıbımız meydana çıktı,
Bakmaz olduk yüz yüze.
Hiç kimseden görmedim ben,
Akrabadan gördüğüm,
Akrep etmez akrabaya
Akrabanın ettiğin…
Her halde Âkile Hanım’ın babası da hayatı bir şaka gibi alan müstesna ruhlu bir insan olacaktı. Kızı Âkile Hanım’ın onu da geçtiğine şüphe yok. Âkile Hanım’a ne kadın, ne de erkek demek mümkündü. Erkeklerin halledemeyeceği en dolambaçlı işleri su gibi beceren, bir taraftan da kendisinden yardım istendiği zaman hiçbir zahmeti esirgemeyen bir insan… O, insanların akrep taraflarını tabiî buluyor, fakat onları bütün cepheleriyle yani iyi taraflarıyla da görüyordu. Güzide’nin dediği gibi bunları mekteplerde değil, hatta acı tecrübelerden sonra da değil, sırf bin bir taraflı bir kabiliyetle doğmuş olanlar kendi kendilerine öğrenebilirler.
Kapı çalındı. Bakkal çırağı kılıklı bir genç çocukla biraz konuştu. Çocuk ellerini sallayarak telâşlı telâşlı muhtar, ilâm gibi lâflar etti.
– Yarın öğleye kadar işini yaparım. Öğleden sonra uğra… diye savdı.
– Sahiden bu mahallenin muhtarı mısın, Âkile Hanım?
– Ne münasebet! Ama bunlar hep çoluk çocuk. Saçlı sakallılar bile bazan resmî muameleleri kıvıramıyorlar. Ne de olsa komşu… Bu gibi karışık işleri onlar günlerce yapamaz, halbuki muamele bilen, adamına göre konuşan bunları yarım saatte çıkarır. Bilseniz resmî dairelere ne kadar halk zaman verir. Bunu Doktor Bey de anladı da, onun bütün resmî işlerini ben takip ediyorum.
Gene kapı çalındı. Mavi kostümlü, güler yüzlü, temiz pak, oldukça genç bir adam içeriye girdi.
– Oğlum Hüseyin, diye bana takdim etti. İstanbul’da evli olan ve bir dairede çalışan oğlu ile de biraz konuştuk.
Kalktım. Öğle vakti geçiyordu:
– Ben yarın gene geleyim mi?
– Buyurun efendim.
– Vaktinizi almıyor muyum?
– Asla. Ben hem çalışır, hem konuşurum. Gene sulama vakti gelin. Serinlemiş olursunuz.
Yüzüne baktım. Eski günleri ihya etmek27 biraz hoşuna gitmişti galiba. Ancak kapıdan çıkarken Gülbeyaz hakkında malûmat istemeyi unutmuş olduğumun farkına vardım.
Eniştemle teyzem sofraya oturmuşlardı. Teyzem on iki buçukta mutlak öğle yemeği isterdi. Güzide’nin aksiliği pek geçmemişti. Âdeta çemkirir28 gibi konuşuyordu. Fakat teyzemle eniştemin vaziyeti sabahki gerginliğini kaybetmiş gibiydi. Birbirleriyle şaka bile ediyorlardı. O akşam baş başa oturduk, radyo dinledik.
“Yanıyor mu yeşil köşkün lâmbası” diye söylenen bir türkü esnasında teyzem, “‘Yanıyor mu kızıl köşkün lâmbası’ demek vezni bozar mı?” diye eniştemle alay etti.
Eniştem de aynı alaylı sesle, “Bilâkis, daha güzel olur. Işık ve ateş kızıl sahalara yaraşır…” diye güldü.
Ertesi sabah Tarık’tan mektup almayı ümit ediyordum. Alamayınca biraz sinirlenmiştim.
Bilmem eniştem farkına vardı mı nedir, bizi aldı sokağa götürdü. Son yıllarda sokağa çıkmak onun için bir hadise olmuştu, evden ayrılmıyordu. Güzide’ye göre, bu, otomobile alışmış bir adamın yürümekten çekinmesinden ileri geliyordu.
Teyzem de, “Kırmızı konağın gözden ırak olduğuna tahammülü yok,” diye alay etmişti.
Her halde, ben çok memnun oldum. Bir elinde baston, bir tarafında teyzem, bir tarafında ben, Atatürk Bulvarı’nı ağır ezgi, fıstıkî makam yürüyerek çıktık. Tam bulvarın orta yerinde, karşımızda bir genç kız belirdi. Acele acele yokuşu iniyordu. Eniştem şapkasını çıkardı, selâmladı. Teyzem bana bir şeyler anlattığı için onu görmedi galiba. Âdeta rüzgâr gibi geldi, geçti. Ben de kim olduğunu sormadım.
Öğle yemeğini o gün Şark Kahvesi’nde yedik. Eniştem Saraçhanebaşı’nda bizi bir arabaya koydu, götürdü. Çok keyifli görünüyordu. Tabiî o gün Âkile Hanım’a gidemedim. Fakat Şark Kahvesi’nin sol tarafında, o rahat sedirlerden Adalar’ı seyrederken zihnim hep onunla meşguldü. Masmavi bir gök, sükûn ve saadet içinde bir dünya! Her köşede, yuva yapmaya hazırlanan çift kuşlar gibi, yan yana, omuz omuza, oturan gençler… Burası bir aşk ve yuva kurumu proloğu…29 Radyodan veya plâklardan çalınan caz havaları ortalığı biraz bozuyor. Eniştem garsonun eline bahşiş sıkıştırarak bu kulağı tırmalayan sesleri susturmak istedi. Meğer bu sakin, bu Şark’ın hakikî yavruları olan çiftler bunu isterlermiş. Çok geçmeden, başka bir garson, bu hava ve sükûn içinde falso yapan gümbürtüyü tekrar dile getirdi. Eniştem omuzlarını silkti, bana baktı, teyzem, “O, Ankara’dan geliyor, hem de eski Washington günlerini unutmamıştır, onu sıkmaz,” diye güldü
O akşam Tarık’tan kısacık bir mektup aldım. Olanca kuvvetiyle ertesi gün açılacak kongre hazırlığı ile meşgul olduğunu, işleri yoluna koyunca daha uzun yazacağını bildiriyordu.
25
Gece yarısından.
26
Saydı.
27
Canlandırmak.
28
Karşı gelir, sert cevap verir.
29
Başlangıcı.
7
HUSUSÎ HAYATI
Kırmızı konağın kapısı aralıktı. İttim, bahçeye daldım. Sahanlığın merdiveninin ilk basamağında beş altı yaşlarında, sarı saçlı, güzel yüzlü bir oğlan çocuk duruyordu. Beni görünce merdivenlerden çıkmaya başladı. Ben de arkasından çıktım, çünkü “Âkile Hanım yok mu?” sualime cevap vermeden acele acele gidiyordu. Demek Âkile Hanım içerideydi, çocuk da ona haber vermeye gidiyordu. Tam sahanlıkta, taş sofanın birleştiği eşikte, belki üç yaşında, tombalak, Tatar yüzlü, siyah saçları tepesinde horoz ibiği gibi bir kurdele ile bağlanmış bir kız çocuk oturmuş, elleri dizlerinde sağa, sola sallanıyordu. Yaşı biraz daha büyük olsa bir yeri ağrıyor, diyebilirdim. Kardeşi içeriye dalınca başını okşadım:
– Adın ne? Kimsin? Âkile Hanım senin nen?
Cevap vermedi, yüzünü yüzüme kaldırdıktan